“Kadın, otuz yaşındaydı”, diye başlıyor “Solak Kadın” kitabına Peter Handke. Otuzlu yaşlar ifadesi oldukça mühim çünkü bu yaşlar, sahici ve köktenci değişimlerin, aydınlanışların ve fark edişlerin yuvalandığı yaşlar. Önceden yanıtını kolaylıkla verdiğimiz sorularla ilgili belki de ilk kez şüpheye düştüğümüz, inandığımız doğruların şöyle bir sallandığı, içimizdeki duvarların üzerindeki çatlaklardan sızan belli belirsiz ışığın ilk kez fark edildiği yaşlar bunlar. İnsan hücrelerinin, on senede bir bütünüyle değiştiği söylenir; hücrelerin ölümü de buna dahildir, yenilenmesi de. Buna göre, büyümekte olan bir insan için kat edilen on yıllık süreç, bir erginlenme olarak nitelendirilebilirken yaşlılıkta bu onar yıllık süreç, pek çok şeyin ölümüne işarettir. Hücreler, bu kez de ölerek değişime uğrar.
Bir gün, birdenbire başkalaşmış, aydınlaşmış ve kökten bir yapı bozumuna uğramış olmaklığı bu değişimle ilişkilendirmeye yakın bir yerde duruyor zihnim. Aniden esen bir rüzgâr ya da zaten esmekte olan rüzgârın artık rahatsız ediyor, belirsiz ve uzakta kalıyor oluşunun verdiği hisle, “Birdenbire kafam aydınlanıverdi, -bu kelimeye güleceği tuttu-, sen benden uzaklaşıyormuşsun, beni yalnız bırakıyormuşsun gibi. Evet, tam öyle. Git Bruno. Beni yalnız bırak,” diyor kadın. Böyle bir uyanış ve hemen peşinden gelen ayrışma süreciyle ilerliyor Peter Handke romanı. Kocasından ayrılarak çocuğuyla birlikte yalnız kalmayı seçen bir kadının korkularını, bocalamalarını, maddi refahını sağlama çabasını ve en çok da konfor alanından çıkmışlığın verdiği tedirginliği tüm olağanlığı ve gelgitleriyle işliyor.
“Peki ne yapacaksın şimdi yalnız?”
“Evde oturacağım ne halt edeceğimi bilemeyeceğim.”
“Neyle geçineceksiniz düşündün mü bunu?”
“Hayır ama gene çeviri yapmaya başlamak isterdim.”
Peter Handke boşanma sürecini, trajik bir halden yahut yüzde yüz zafer kazanmış olma duygusundan çıkarıp hayatın olağanlığının, herkesçe yaşanabilirliğinin kucağına bırakıyor. Yapılmak istenen her ne ise onun yapıldığı fakat bütün olasılıkların da devrede olduğu bir süreci sahneliyor.
Ayrılığın yaşandığı günün ilk akşamında, bu kez iki kişi olarak yemek yiyor oluşlarındaki huzursuz olağanlık ama bir yanıyla da rutinlerinin devam ediyor oluşu, benzer bir sahneyi hatırlattı: Amjad Al Rasheed’in yönettiği “İnşallah Erkek Olur” filminde, babanın ölümün peşinden gelen gecede mutfakta yemek yiyen anne ve kızın olağan, tedirgin, huzursuz birlikteliği gibiydi oradaki de. Filmde de ölümle gelen bir ayrılığın bocalaması, tedirginliği ve bambaşka bir mücadele hikayesi vardı. Bir yanda tekinsiz, karanlık, önünde ne olacağını bilmediğin, sokaklarını tanımadığın bir yol var; diğerinde dümdüz, hiçbir girintisi çıkıntısı, engebesi, sürprizi olmayan ama tanıdık ve güvenli bir başka yol. Bazen isteyerek bazense zorunda kalarak gelip ilk adımı attığımız o yol başlangıçları, varoluşumuza dair de pek çok hakikati fısıldıyor. Mesele, hangi yola ilk adımımızı atacağımız meselesi. Bir adım, bir adım daha, işte yoldasın.