Yazar üslup için acı çekmelidir

EDEBİYAT

Yazar Merve Uygun: “Cümlelerin de müzikleri var. James Wood, düzyazının da şiir kadar iyi yazılmasının gerekli olduğunu ve okurların üçüncü kulaklarını geliştirmeleri gerektiğini söyler. Ritim, üslubu belirler ve bir yazar üslup için acı çekmelidir. Görüyorsunuz daldan dala atlıyorum. O halde yazarken müzik de dahil neden birçok sanat dalından beslenmeyeyim? Fakat sanatın tüm dallarından beslensem de yolun sonu muhakkak edebiyata çıkıyor.”

 

Matematiğin Kaç Canı Var?, Matematik Kemirgenleri ve Matematik Nasıl Sevilmez? gibi fantastik çocuk kitaplarının yazarı Merve Uygun’un ilk öykü kitabı Taşıyacak Bizi Rüzgâr’da; rüyalar, mitler, eski masallar, dilden dile anlatılan o sırlı hikâyelerle harmanlanan yeni ve özgün bir dille karşılıyor okurlarını. Düş ile gerçeğin, olacak ile olmuşun, geçmiş ile bugünün kıyılarında gezdiren öyküleriyle okurun zihninde yeni oluklar açan Uygun, öykünün kendini en iyi ifade ettiği edebi tür olduğunu ifade ediyor. Kendisiyle Üsküdar’da 1727 Kitap Kafe’de bir araya geldik ve Taşıyacak Bizi Rüzgâr’ı merkeze alan bir röportaj gerçekleştirdik.

 

Kitabınızın ismi Abbas Kiyarüstemi, Furuğ Ferruhzad, Le Vent Nous Portera’dan izler taşıyor. Buradan da hareketle öykülerinizde sık sık farklı disiplinlerden beslendiğinizi görüyoruz; müzik, resim. Metne ustalıklı biçimde yedirilen disiplinlerarası okumalar ve ilişkiler sizce bir öyküyü nasıl besliyor?

 

Sanat bir bütün bence. Resim, müzik, sinema, edebiyat. Tümü birbirini besleyen dallar. Van Gogh’un Theo’ya Mektupları’nı okurken hissettiğim şey şuydu: Vincent, ressam olmasaydı kesinlikle iyi bir yazar olurdu. Nesneleri, çevresini, meseleleri anlatma şekli o kadar iyiydi ki. Bunu renkleri aracı kılarak aktarmayı seçmişti fakat mektuplarda kelimeleri de ışıldıyordu. 

 

Bir insanda entelektüel birikimin yanında estetik bir bakış varsa, bunun giyiminden, dinlediği müziklere, kullandığı bardaktan, izlediği filmlere, gitmeyi tercih ettiği şehirlere ve bu şehirleri nasıl gezdiğine kadar tüm hayatına yansıyacağı fikrindeyim. Ben de bu biçimde yaşamaya çalışıyorum. Sinema benim için önemli. Resim de öyle. Sanat tarihi okumayı, tabloların, ressamların peşinden seyahat planları yapmayı seviyorum. Post Öykü’de yazdığım köşemde sinema filmlerinden hareketle kitaplara yolumu düşürüyorum. Sanırım çağrışımların peşi sıra gitmeyi önemsiyorum. Sanat eserleri arasında bir zincir kuruyorum. Misal Roma’da kanlı canlı gördüğüm Michelangelo’nun Hz. Meryem ile kucağında Hz. İsa’yı gösterdiği ünlü Pieta (Acı) heykeli; beni Kim ki Duk’un Pieta filmine götürdü. Oradan da Toni Morrison’un Sevilen kitabına gittim. Öykü yazarken de sürecim bu şekilde işliyor. Beslendiğim farklı kaynaklarla öykülerim zenginleşiyor. Aynı zamanda bunlar, metin içinde de açığa çıkıyorlar. Örneğin, “Bir İlişkinin Dünü, Bugünü ve Âdemi” öykümde bir yazarı konu edindiğim için metinlerarasılık bağlamında fazlasıyla disiplinlerarası ilerleyip, çok sayıda sanat yapıtına atıf yaptım.

 

“Le vent Nous Portera”ya gelince. Benim için çok kıymetli bir şarkı. Çocukken televizyonda video klibiyle karşılaştığım anı hâlâ çok canlı hatırlıyorum. İstanbul’da yaşayan büyük çoğunluk gibi bir kulaklığım ve gitmem gereken iş-ev arası uzun bir yolum var. Bol bol müzik dinliyorum. Ritim duygusu mühim ve ritme kendimi kaptırmayı seviyorum. Metin için de ritmin ne kadar önemli bir unsur olduğu aşikâr. Cümlelerin de müzikleri var. James Wood, düzyazının da şiir kadar iyi yazılmasının gerekli olduğunu ve okurların üçüncü kulaklarını geliştirmeleri gerektiğini söyler. Ritim, üslubu belirler ve bir yazar üslup için acı çekmelidir. Görüyorsunuz daldan dala atlıyorum. O halde yazarken müzik de dahil neden birçok sanat dalından beslenmeyeyim? Fakat sanatın tüm dallarından beslensem de yolun sonu muhakkak edebiyata çıkıyor. Uyarlama filmlerde film ne kadar başarılı olursa olsun ben daima kitabı tercih ediyorum. Entelektüel bir sohbette mesele edebiyata geçtiği an gülümsüyorum.

 

Kurgu matematik barındırır

 

Bir önceki sorudan hareketle öykülerinizde farklı bir disiplinde uzmanlaşmış olmanızın da izlerini görünüyor. Matematik öğretmenisiniz, branşınızın edebi yanınıza ve dahi öykünüze anlamlı bir katkı sunduğunu düşünüyor musunuz? 

 

Sizin işaret ettiğiniz gibi, öykülerimdeki matematik izlerinden birkaç okur daha bahsetmişti. Hatta bir yazar arkadaşım öykülerimde küçük küçük denklemler kurup büyük denkleme ulaşmaya çalıştığımı söyleyerek ilk defa böyle bir yazar zihnine rastladığını ifade etti. Bu kasıtlı yaptığım bir şey değil. Eğitim hayatım boyunca daima en iyi dersim matematik oldu ve üniversiteyi de bu alanda okumak istedim. Matematiksel düşünme becerim öykülerime yansıyor demek ki. Zaten kurgu tam bir matematik değil mi? Kurmacada sağlam biçimde kurguyu yapabilmek bence matematiksel düşünmeyi gerektiriyor. Ben de çok bilinmeyenli bir denklem çözer gibi metnin bilinmeyenlerini bulmaya çalışmış, öyküdeki durum, karakterler ve ayrıntıları tümevarım ya da tümdengelim yoluyla belirlemeyi tercih etmişim.

 

Öykülerinizde belirgin biçimsel devinimler görüyoruz, bunları birer postmodern unsur olarak mı kullanıyorsunuz yoksa sizin için zaten öykünün ayrılmaz birer parçası mı?

 

Biçimsel anlamda postmodern yazının imkanlarından faydalanmayı önemsiyor ve seviyorum. Dümdüz bir anlatıdan ziyade farklı biçimler denemek istiyor, metni okura aktarma biçimim noktasında kafa yoruyorum. Örneğin “In the Mood for Love” öykümde metin içine görseller yerleştirdim. Whatsapp, Instagram gibi sosyal medyadan gelen bildirimlerin ya da yazışmaların; Spotify’da dinlenen müzik bilgisinin ekran görüntülerini, karakterin şu anını, hikâyesini bölen ya da tamamlayan öğeler olarak öyküyle harmanladım. Tüm bunlar, öyküme zoraki bir unsur olarak, postmodernitenin imkanlarından faydalanmak için konulmuş şeyler değil; bunlar metnin ayrılmaz bir parçası. Biçimsel devinimler olmasa öykü benim için anlamsal bir kayba uğrar.

 

“Postmodern bir masalcı” olmak isterim 

 

Metinlerinizde sık sık kontrollü telmihlere ve mitolojik öğelere yer veriyorsunuz. Mitoloji, öykünüzü besleyen disiplinlerden biri mi yoksa bunu öykülerinizin altına attığınız bir imza olarak değerlendirebilir miyiz?

 

Yukarıda da ifade ettiğim gibi kurmacada ele aldığınız meseleyi, hiçbir perde olmadan apaçık anlatmayı doğru bulmuyorum. Kurgu işin içindeyse bir şeyleri gizleyerek daha kapalı biçimde, hissederek ve aktarımımı estetize ederek anlatmayı tercih ediyorum. Elbette burada denge mühim. Çok kapalı bir anlatım da içeriği gizler ve sadece dil zevki verir. O halde okur neden öykü okusun ki? “Taşıyacak Bizi Rüzgâr”, “Erbörü”, “Saçlara Dolanan Hikâye” gibi fantastik türe yakın duran öykülerimde dert edindiğim meseleleri bir olay örgüsü içinde verirken masalsı anlatıma yaslandım. Anlatmak istediklerim sert gerçekliklerdi ve onları büyülü bir ortamda gerçek üstü olaylara başvurarak aktarmayı tercih edip hem merak ve gizem unsurunu korumayı hem de tahkiyeyi güçlü tutmayı amaçladım .Bu bakımdan da mitolojik unsurları sıklıkla kullandım. Yunan mitleri ile başlayan derinlikli okumalarım Türk mitolojisi ile devam etti ve bu alan beni fazlasıyla besledi. Bilhassa Türk-İslam mitoslarını, bize ait olan anlatılara yaslanmayı çok önemsiyorum. “Üç Deniz”de Homeros’un Odysseia’sından yola çıkarak İthaka’ya Penelope’nin yanına giden karakterim sonrasında kendi dünyasından olan ve Penelope gibi kocasını bekleyen bir başka kadına Hz. Hacer’e ulaşıyor. Necip Tosun’un, Yücel Balku için kullandığı “Postmodern masalcı” tanımlamasını sahiplenmeye çalışıyor olabilirim.

 

Ülke olarak aforizmaları seviyoruz

 

Kitabınızı okurken her okurun yanında olduğunuzu hayal edin, öykülerinizde en çok hangi tür ifadelerin altını çizdiklerini görmeyi isterdiniz?

 

Öncelikle keyifli bir soru. Teşekkür ederim. Öykülerimin 1000 Kitap gibi mecralarda paylaşıldığı kısımlara baktığımda genellikle aforizmik ifadelerin altlarının çizildiğini, bunların alıntılandığını gördüm. Ülke olarak aforizmaları seviyoruz. Fakat sanırım ben bunun yerine metin içerisinde anlattığım bir olayın ya da detaylar verdiğim bir paragrafın, belki karakterimin isminin dikkat çekmesini isterim. Zaten öykülerimde aforizma diyebileceğimiz türden cümleler sık geçmiyor. Zira, öykü parıldayan, kendini ispatlamaya çalışan bu tarz cümleleri çok sık barındırırsa okuma güçleşir, öykünün bütündeki anlamına zarar verir. Aykut Ertuğrul, Kusurlu Rüya’da “Her biri renkli, boy boy, afili ilmeklerle güzel bir sepet örmek mümkün değildir. Güzel bir hasır sepet için binlerce düz, gösterişsiz ilmeğe ihtiyacımız var, fazlasına değil,” der. İşte tam da bu noktadayım.

 

Yorum Yaz