Öyküyü sanat gibi işlemek

KİTAPLIK

İlk iki öyküyü okuduğum zaman kitabın adı olan “Ahmarubi” olan kelimenin Hammurabi kelimesinin deformesi olduğunu (belki de yazarın istediği şeyi) düşündüm. Lakin öykülerde ilerledikçe bu kelimenin karakterlerden birinin adı olduğunu anladım. Kitabın bu güzel kapak tasarımını sevgili Feyza Ay’ın yaptığını biliyordum. Fatih Selvi’nin yeni kitabı  “Ahmarubi” her anlamda bütünlüklü bir yapıda. 

 

Distopya gibi ve akışıyla bizi hayata bağlıyor

 

Modern dönem masallarından biri gibi olan “Denizineğine Yakılan Ağıt” adeta distopik bir hikâye içeriyor. Hayvan hakları savunucusu olacağız derken olayların suyunu çıkaran bir anlayışa eleştiri gibi bu. Seri katillerin köpek öldürdüğü, bu uğurda cinayet araştırmaları yaparken hayatını kaybedenlerinse devlet tarafından şehit sayılarak törenle defnedildiği bir dünya. Karaya vuran bir Denizineğiyle başlayan bu serüven çok sayıda köpek ölümleriyle devam ediyor. Ölümler, hayvan ölümleri arttıkça üstüne üstlük ülke içerisinde serbestçe yaşayan ilginç hayvanlar (Çoruh Nehri’ndeki timsahlar, Keban Barajı’ndaki su aygırları) da öldürülmeye başlayınca bazı isimler ülkede kırmızı bültenle aranıyor. Tutuklananlar o kadar artıyor ki hapishaneler dolup taşıyor ve ülkenin bütün asayişi altüst oluyor. Bir süre sonra bu durumun ülkeye zarar verdiğini fark eden yetkililer sayesinde bazı suçlar nefsi müdafaa kapsamında sayılıyor, sokaklardaki mama kapları azaltılıyor. İnsanlar artık hayvanları aşırı sahiplenmemeyi tercih eder hâle geliyor. Üst perdeden başlayıp yavaş yavaş ilginçleşip finalinde normalleşerek bitti. Anlatıcının manayı göze sokmadan anlatmak istediğini akışta vermesinin güzel bir örneği olduğunu düşünüyorum. 

 

Diğer bir öykü “Eşek Köy” ise Ferit’in eşeklerini anlatıyor. Köydeki varlığını kabullendirmeye çalıştığı eşeklerinin ayaklanmasını ve şehri terk edene kadar köylüleri niçin öldürmeliyiz fikrini. Burada dikkatimi çeken en önemli ve güzel detay, Ferit’in Damat isimli eşeğin kanlar içinde olan başını üzücü bir şekilde kapının önünde bulduğunda aklından geçirdikleri. “Çocukluğunun geçtiği bu evdeki, bacasını tüttürdükleri bu yuvadaki mazisinin acı tatlı türlü hatırasını aklından geçirdi. Yer sofrasında yedikleri ekmekli yoğurdun, kesme çorbasının tadını; yorgunluktan öldükleri tarla tapan günlerini, hasat zamanlarını. Kardeşlerinin evlenerek bu evden teker teker gidişini, askeri okul için evden ayrılışını hatırladı.” Ferit eski bir yakınına veda eder gibi mi eski anılarını hatırlıyor yoksa kapısında duran pişmiş kelle gibi sırıtan kesik eşek başı onu eski güzel günlere gitmeye zorluyor, burası biraz meçhul gibi. Ben en azından bu kaçışı sevdiğimi söyleyebilirim. En değer verdiğin şeyi kaybederken hayatın tahlilini yapmak en çok da insanın üzerinde iyi duran bir hareket sanırım.

 

Dünyaya gelmiş olmanın yükünü taşıyan çocuklar 

 

Yeryüzünün her noktasında savaştan kaçıp yaşamına devam etmeye çalışan milyonlarca çocuk var. Dünyaya gelmiş olmanın dayanılmaz ağırlığını taşımak zorundalar. Kitaba ismini veren öykü “Ahmarubi”, Arapça “kızıl yakut” anlamına geliyor. Bahsettiğim üzere önceki öyküde farklı bir tarzda kanunla işleyen sistemi anlatması üzerine ben biraz yanlış anlamıştım. Bu öyküde bambaşka bir şeyi anlatıyor: Türkiye’ye mülteci gelen ve gelmeden önce anne babasını ailesini yıllara ve yollara feda etmiş küçük bir çocuğun hikâyesini. Gazetecinin kendisine sorduğu heyecanlı ve meraklı sorunun ardından anlatmaya başlıyor. “Annem fundalıktan odun toplamak için kamp dışına giderken sancılanmış ve beni çevre arazide sık görülen kızıl toprağın içinde doğurmuş.” İç savaştan sonra bir kampta yaşamaya çalışan aile türlü zorluklara göğüs germeye çalışıyor. “Kampa başka ülkelerden yardım kamyonları gelir; yiyecek, giyecek dağıtırlardı. Eğer şansınız yaver giderse binlerce aç ve saldırgan insanın arasından bir şeyler kapardık. Kapamazsak yarı aç, yarı tok gün geçirirdik.” Bunca sıkıntının üzerine bir de ablasına yapılanlara şahit olan bu küçücük çocuk, önce ablasını ardından annesini kaybediyor. Gerçekten çok ağır bir yük bu. Hem açlıkla hem de ölümle mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Sonra babasının, eski ve babasına gönül borcu olan bir arkadaşı onları Mısır’a, oradan da Avrupa’ya kaçırmayı teklif ediyor. Tereddütlerle ama en nihayetinde buna mecbur kalarak bu teklifi kabul ediyorlar. “Atalarımızdan yüzyıllardır köle olarak kıtalar atlarken gösterdiği o insanüstü dirence ihtiyacımız vardı. Biz de bu tehlikeli yolculuğun bütün zorluklarına hayallerimizden aldığımız kuvvetle, aynı onlar gibi dayandık.” 

 

Ahmarubi babasıyla birlikte içlerindeki zoraki umuda tutunarak deniz yolculuklarına başlarlar. Hava birden kötüleşir ve yağmur yağmaya kara bulutlar ortaya çıkmaya başlar. Evet, o korkulan sonun geleceğini haber vermektedir. Fırtına büyür büyür ve Ahmarubi’nin babasını içine alır. Sonra bütün bu kıyamet biter. Ancak babası ve tekne ortada görünmemektedir. Yakınlarındaki bir yük gemisi aracılığıyla oradan oraya sürüklenen bu çocuk, hayatının devamını geçirmek üzere Hatay’daki kimsesizler mülteci kampına gelir. Büyür ve kendisi gibi yaşantı sürmek zorunda kalanları kurtarmaya adar kendini. Hikâyesi bitmemiştir, hikâyesi hiçbir zaman bitmeyecek o acının bir parçası olmuştur sadece.

 

Fatih Selvi burada sadece üç tane bahsedebildiğim öyküsünde ve toplam 12 öyküsünde oldukça başarılı bir anlatım evreni yaratmış. Hikâyeler ortak, cümleler tanıdık. Akıllı bir anlatıcı var karşımızda, bunu her öyküde tek tek fark edebiliyorsunuz. Kitabın genel bir teması, konuların kesiştiği ortak bir nokta var mı bilemiyorum ama ben yazarın kendine has tınısını karakterlerin tıkırtılarında hissettim. Dergilerde okumaya devam edeceğim güncel öykülerinde de aynı şeyi hissedeceğimi düşünüyorum.

Yorum Yaz