Oyunculuk Hayatıma Anlam Kattı

15 dakikada okunur

Türkiye’nin Oscar adayı Bağlılık Hasan filminde müftü karakteri ile karşımıza çıkan ve şu anda çekimleri devam eden Nazım Hikmet’in 120. yılı belgeselinde rol alan Şahin Sancak, oyunculuk serüvenini Litros Sanat’a anlattı.

“İlk gençlik yıllarıydı zannediyorum, bir arkadaşımın babasının kütüphanesinde gördüğüm, kapak resmi ilgimi çektiği için elime aldığım kitabı arkadaşımın babası bana hediye etti. Ben de eve gider gitmez okumaya başlamıştım. Bu kitap Anton Çehov’un Martı isimli oyunuydu.” diyerek anlatıyor tiyatro ile tanışmasını Şahin Sancak… Üniversite eğitimini çok farklı bir alanda tamamlayıp kurumsal bir firmada işe başlasa da oyunculuk hevesi ağır basan Sancak “Yapamıyorum bu masanın başında!” diyerek Cannes Film Festivali’nde bulmuş kendini… Rol aldığı Bağlılık Hasan filmi Oscar yolcusu olan Sancak bu zamana kadar birçok oyunda sahnede izleyicilerle buluştu. Tiyatro, sinema, dizi ve reklam filmleriyle dikkat çeken sanatçı aynı zamanda şiire de tutku ile bağlı… Hatta bu yolcuğu onu Nazım Hikmet’e götürmüş…
Üniversitede bilgisayar programcılığını bitirdiniz. Ancak yolunuza oyunculuk ile devam ettiniz… Neden?
Kurumsal bir firmada, masa başında çalışmanın bana iyi gelmediğini hatırlıyorum. Oyunculuk önceleri bir hevesti, sonrasında var olma amacına, bir kendini bulma çabasına evrildi. Bu çabanın hayatımın merkezinde olmasını arzuladım. Ve oyunculuk eğitimlerine başladım. Bu eğitimler Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Drama ve Oyunculuk bölümünde okumaya kadar gitti. Her eğitimin sonucunda gerçekleşen müsamere oyunlarında iyi rollerde oynadım. Bir rol kişisi olarak sahnede seyirciler tarafından tanımlandığımı hissettiğim an, aradığımı buldum düşüncesi gelişti. Ve bu da oyunculuğu seçmemdeki temel etken oldu. Hayatımda radikal bir değişim yaşadım aslında. Her şey yavaş yavaş zaman içerisinde değişmeye başladı. Öyle ki; “Yapamıyorum bu masanın başında!” dedim ve kalkıp Cannes Film Festivali’ ne kadar gittim.
Kitabı anlama çabam tiyatroyu anlamaya evrildi
Tiyatro ile yolun ne zaman kesişti?
İlk gençlik yıllarıydı zannediyorum, bir arkadaşımın babasının kütüphanesinde gördüğüm, kapak resmi ilgimi çektiği için elime aldığım kitabı arkadaşımın babası bana hediye etti. Ben de eve gider gitmez okumaya başlamıştım. Bu kitap Anton Çehov’un Martı isimli oyunuydu. İlk okuyuşta anladığım şeyden emin olamadım. Kitabı anlama çabam, tiyatroyu anlama çabasına evrildi. İlk kez karşılaştığım bu anlatı biçimi, sanki bütün ifadelerdeki eksikleri tamamlıyordu. Bir şeyi tiyatro ile anlatırsanız, anlaşılmaması mümkün değil gibi hissettim. Ve yıllar sonra Anton Çehov’un Martı isimli oyununu seyrettiğimde bu hislerimde yanılmadığımı anladım.
Hem oynuyor hem de yazıyorsun bildiği kadarıyla…
Üniversitede metin yazarlığı üzerine ders almıştım. Bu dersler neticesinde oyunlar, öyküler yazdım. Bitirme projem Amak-ı Hayal romanını oyunlaştırmak olmuştu. Bunun yanında iki çocuk oyunu ve bir yetişkin oyunu yazdım. Çocuk oyunları sahnelendi. Fakat büyük oyunlarım kütüphanemde duruyor.
Ayrıca Aykut Göker ile pandemi sürecinden önce hazırlamayı düşündüğümüz bir proje vardı. Şuan o projenin üzerine çalışıyoruz. Muhtemelen gelecek sezona çıkacak.
Karakterin benden ne beklediğine bakıyorum
Bir yapımda yer almadan önce nelere dikkat edersiniz?
Tabii her şeyden önce oyunculuk benim işim. Bir projede ilk baktığım tutarlılık ve devamlılık oluyor. Sonrasında bana verilen karakterle kurmam gereken ilişkiye odaklanırım. Karakterin benden ne beklediğine bakarım. Sonra hikâyedeki durumuna bakarım, tümevarım yöntemi ile ilerlemeyi tercih ederim. Parçalar halinde bakmaya ve nihayetinde sonucun nereye gideceğini görmeye çalışırım. Görebilirsem o işin içinde olurum.
“Tiyatro mu, sinema mı?” diye sorsak…
Bence bir oyuncu tiyatro ve sinema tercihi arasında kalmamalıdır. Çünkü ikisi birbirinden çok ayrı isiplinlerdir ve bana göre bir oyuncu ikisini de yeterince deneyimleyebilmeli. Ancak ikisi arasındaki farkı sorarsanız, şöyle ifade edebilirim; tiyatro büyülü bir an, sinema ise Tarkovski’nin o muhteşem tanımıyla “mühürlenmiş zamandır”.
Tiyatro, sinema, şiir… Senin hayatında neleri değiştirdi?
Hayatın kendinden menkul bir anlamı olmadığını anladığım zamanlarda, herkes gibi bende bir anlam arayışına başlamıştım. Önce tiyatro, sonra sinema ve sonra da şiiri buldum. Hani şair diyor ya, ‘işte aşk, başka ne olsundu ki hayatın bahanesi’, bende ‘işte sanat başka ne olsundu ki hayatın bahanesi’ diyorum. Anlam arayışı hala devam ediyor ancak artık daha anlamlı bir arayış bu diyebilirim benim için.
Farkında olmadan Nazım Hikmet’e hazırlanmışım
Şiiri de bir ilginiz var sanırım…
Bende şiir okuma kabiliyeti varmış, öyle söylediler. Etkinliklerin şiir okuyucusu olarak buldum kendimi. Bu da beni şiirin bir miktar dışında tuttu aslında. Kendi sesimle ilgiliydim daha çok. Derken bir gün Nazım Hikmet’in ‘Memleketim’ şiirini okumam istendi. Şiiri okurken sesimin şiire yakışmadığını hissediyordum. Tekrar tekrar denemeler yaparken bir anda şiir içime işledi. Şiirin büyüsüyle tanışmam da o ana denk gelir. O günden sonra şiiri her şeyin dışında tutarım. Tıpkı şiiri her şeyin içinde tuttuğum gibi.
Nazım Hikmet ile ilgili bir belgesel projesinde yer alıyorsunuz… Bu arada belirtmek isterim ki gerçekten çok benzemişsiniz…
Nazım Hikmet’in 120. yılı belgeseli için çekimlerimiz sürüyor. Nazım Hikmet belgeseli projemiz Nazım Hikmet’in şiirlerinin ötesindeki hayatını, esaretini, mahrumiyetini, hasretini ve yalnızlığını anlamak üzerine kurulu. Uzun yıllardır şiirlerini okurken, o şiirleri oynarken aslında farkında olmadan bugünlere hazırlık yapmışım. Bu projeye başladığımda hayatına, kavgasına, şiirlerine hakim, hazır olarak bulunduğum için çekimler boyunca dikkat etmeye çalıştığım yegane unsur, o anı, durumu ve duyguyu hissettirmekti. Bu hissi anlatmak hiç kolay değil. İçimde bir tarafım, bayram yeri gibi. Öbür yanım ise ne büyük bir gömlek giydiğini, nasıl bir sorumluluk taşıdığını düşünüp duruyor. Aynada gördüğün etten kemikten fazlası oluyor. Bir fikir, bir ideal görüyorsun. Aşklarını, kavgasını hissediyorsun ve içerde daha pek çok his uyanıyor… Çekimlere aralık ayı başında Moskova’da devam edeceğiz. Ocak ayında Nazım hikmet’ in 120. yılında gösterime girecek.
İnsanlar görmekten kaçındığı şeylerle yüzleşti
Bağlılık Hasan filmine ayrıca parantez açmak istiyorum. Öncelikle oradaki rolünüzden bahseder misiniz?
Müftülük görevlisiydim. Hac görevlerini ifa etmek isteyen insanları bu yolculukta ilk kez karşılayan kişi. Bir yanıyla rutininin altında ezilmiş, benzeşmiş, kaybolmuş; diğer yanıyla rehber olduğu insanların heyecanıyla, coşkusuyla güçlenmiş bir karakterdi. Orada hani bir değer var ve bu değer çoğu kişi için hayatının en büyük değeri ya, karakterim her ne kadar kendisi için artık sıradan olsa da bu değere verdiği önemi göstermek için başka biri oluyor her gün. Ancak öyle olduğu zaman insanların büyüyen sevincine ortak oluyor ve bu başka biri olma durumunu kabulleniyor. Bu yönüyle sıradan olanı sıra dışı bir bakış açısıyla ele alan, çok katmanlı ve çok özgün bir karakterdi.
Filmin bu kadar beğenilmesindeki etken neydi sizce?
Film bence herkesin her gün yanında taşıdığı, üstünde olan ama fark etmediği şeyleri işaret ediyordu. Yani şöyle, insan olmak karmaşık bir şeydir ve çoğu zaman bizâtihi insanlar tarafından bu karmaşa görmezden gelinir. Çünkü bir şeyi kolayca algılayabilmenin yolu onu basitleştirmekten geçer. Güçlü duygularla, sivri tavırlarla anılır genelde insanlar bu sebeple. Ancak bu güçlü duyguların, sivri tavırların altında yatan, işte o her gün üstümüzde taşıdığımız ve görmediğimiz şeyleri film bize işaret ediyor. Filmi gören herkes kendi üstüne bakıyor ve gördüklerinden sonra filmin ne demek istediğini anlıyor. Üstelik bunu çok ince, çok gizli yapıyor. Ürkütmeden yüzleştiriyor insanı…
Kaplanoğlu okuduğum en güzel kitaplardan biri
74. Cannes Film Festivali’nde dünya prömiyerini gerçekleştirdi film. Siz de oradaydınız… Nasıl dönüşler aldınız?
Cannes Film Festivali’nde filmin galasında bulunmak bir oyuncu için rüya gibidir. Film bittikten sonra uzun dakikalar alkışlanması bütün ekipte bir sevinç ve gurur patlamasına sebep oluyor. Sonrasında ise gerek eleştirmenlerden gerekse izleyicilerden harikulade yorumlar aldık. Şunu belirtmeliyim ki; Umut Karadağ ve Filiz Bozok’un performansları harikuladeydi. İyi ki onları tanımışım. Ve tabii Semih Kaplanoğlu… Okuduğum en güzel kitaplardan biriydi.
Oscar adayı oldu… Bu konuda düşünceleriniz neler?
En son Boğaziçi Film Festivali’nden ayrılırken Los Angeles’ da İtalyan restoranında buluşmak üzere diye ayrıldık. Filmin enerjisi oraya gideceğimizi gösteriyordu. Biz ekip olarak buna inanmıştık. Şimdilik aday adayıyız, umuyorum adaylık ve bir ödülle film başarısını sürdürmeye devam edecek.

Önceki Yazı

1-15 Aralık Ajanda

Sonraki Yazı

“At Oynatılacak Bir Alan Değil Şehirler”

Son Yazılar