Psikiyatrist yazar Prof. Dr. Kemal Sayar’la hem yakın zamanda çıkan yeni kitabı “Hatıraların Evi: Günümüzde Aile”yi hem de mübarek Ramazan ayı özelinde keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Son çıkan “Hatıraların Evi: Günümüzde Aile” kitabınızda aile kavramına detaylı bir bakış sergiliyorsunuz. Evlilik, aile ve çocuk üzerine derin düşüncelere daldıran kitabınızı sizden dinleyebilir miyiz?
Aile, kalpsiz bir dünyadaki son sığınağımız. Hatıraların Evi, günümüzde anne-baba olmanın dönüşen manalarına, toplumda çok farklı kimliklerle yüzleri geçit alayına dönmüş kadın ve erkeklere, anayurdumuz çocukluğumuza, modern kentli toplumlarda-metropollerde giderek bir yangın enkazına dönen aileye dair gözlemlerimin, ihsaslarımın ve elbette bu alanda yapılmış araştırmalar, yazılmış eserlere atıflarla edebi değinilerin ruhunun mezcedildiği bir kitap. Metinlerin bilimsel veriler, kuramlarla desteklendiği kadar, kalbe dokunan lirik bir tınısının olmasına da gayret ettim.
Bugün ne yaşam tarzımız ne yakın ilişkilerimiz eskisine benziyor
Kitabınızda bahsettiğiniz ruh eşi yanılsaması da var. Herkes bir mükemmelin peşinde. Evlilikten beklentiler de çok yükseldi. Psikolojik olarak, günümüzde insanların mükemmeliyetçi arayışını sizden dinleyebilir miyiz?
Ruh eşi kavramında bir muğlaklık hatta bir eğrilik var. Ruh eşi kimdir, bize benzeyen mi, eksiklerimizi içerip bizi tamamlayan mı, bizi tüm kaygılarımızdan tüm geçmiş yaralarımızdan kurtaran mı ya da bizi sürekli yaralayarak kendine bağlayan mı? Bunların her birini doğru cevap olarak benimseyebilen insanlar var. Çok hasarlı, örselenmiş, ihmal edilmiş insanlar, hep sevilip şımartılmış insanlar, kendi gulyabanileriyle yaşayan veya bir rüyadan uyanmış insanlar… Her biri için ruh eşi tanımı farklı. Kaldı ki insan, tamamlanıp bitmiş bir varlık da değil, bir yol yaratığı. İnsan halinde doğmuyoruz, insanlaşmaya doğru tekamül etmesi gereken canlılarız. Kişiliklerimiz ve benlik algımız yaşantılarımıza ve yakın ilişkilerimizin gergefinde sürekli yeniden oluşuyor. Eskiden köylerde-kasabalarda, yaşamın dar çerçevesinde, yavaş akışında kişilikler muhitin tanım ve anlam referanslarında belki gençlik sonrasında hiç değişmeden kalabiliyordu. Bugün artık ne yaşam tarzımız ne yakın ilişkilerimiz eskisine benziyor.
Sadece reel yaşam değil, eğitim, yazılı kültür ve görsel medya da düşünce kalıplarımızı sürekli dönüştürüyor. Ruh eşimizin bu tekamül sürecinde bizimle beraber yürüyecek kişi olması belki en ideali ama kimsenin güzergahı bir diğerininkiyle örtüşmüyor. Sevgi, bir ilişkinin kurucu unsuru, başlangıç kıvılcımı ve meşalesi olsa da giderek farklılaşan insanları bir arada tutmaya yetmiyor. Sevdiğimizle, bir öteki olarak da adalet, merhamet, şefkat, rikkatle cömertçe bağ kurma üslubunu öğrenmek gerekiyor bunun için. Sevgi ve muhabbet, hak-hukuk, kurallar kapsamında ele alınacak bir insani düzey değildir. Böyle ele alırsanız onu kırarsınız ama sevgi ilişkilerinde bile hakkaniyetin ve merhametin yeri vazgeçilmezdir. Sevdiklerimizden en iyi olmalarını talep edemeyiz, onları esirgemek, bizleri esirgeyip bağışlayanın huyundan bize düşen behredir. Onların bizim en iyi halimizi hak ettikleri inancını beslemeyen bir duyguya da sevgi denemez. Kemâlât, kişinin kendinde kovalaması gereken bir ideal. İlişkilerde, sevilmeye layık insanlar olmaya gayret göstermek akıbeti en hayırlı, en doğru tavır olacaktır.
Ramazan bizi muhtacı doyurmaya yönlendiriyor
Ramazan ayının insan psikolojisi üzerine etkilerini bir uzman gözüyle yorumlar mısınız?
Ramazan ayını sadece yeme içme orucu tutulan bir ay olarak görmek, belki olası en sığ yaklaşım tarzı, her ne kadar en yaygını olsa da. Ramazan’ın ruhunu tanımlayabileceğimiz birkaç anahtar kavram var; ilki empati elbette. Başkalarının da sadece can verilmiş olmakla bizim gibi doymaya hak kazandığı bilinci, bizi yoksulu muhtacı doyurup donatmaya yönlendiriyor. Bir hayvan hatta bir bitki bile elimizin eriştiği yerdeyse, göz göre göre açlığa terk edilemezken, insanlara bunun yapılabileceği düşüncesinin dehşet uyandırması gerekir. Çoğunlukla sağırız bu duyguya ama Ramazan ayında hassasiyetimiz artıyor, daha fazla yardım etmek istiyoruz. İkincisi elbette zorluktan sonra gelen iftar sevinci ve şükür duygusu. Yahya Kemal bir şiirinde Atik Valide semtinde şahit olduğu bir iftar saatinden bahsederken “Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz. Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı. Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.” diyordu.
Ramazan ayının sonunda yaşanan bayram sevincini aslında her mümin iftar saatinde de tadıyor. Bir diğeri ve belki de en baskın olanı, sabır duygusu. Mevlana “Senin kıldığın namaz, tuttuğun oruç kabul edilirse, nefsine hakim olur, doğru yola düşersin! O zaman sen, bir pehlivansın” diyor bu sabrı tanımlarken. Yine “Sıhhatli, atlasa benzeyen yüzünü kim sarartırsa, o orucun ipekli elbisesini giyer.” diyor; ham ipek elbette ki atlastan çok daha kıymetlidir. Keza Yahya Kemal de aynı şiirinde “Ramazan mâneviyyeti/Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;/Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler” diye sabrın bedeni olduğu kadar ruhu da dönüştüren simyasından bahsediyor. Derin tefekküre, yalnızlaşmaya, yavaşlamaya ve iftar vakti sevdiklerimizle ailemizle bizi birleştiren sevince vesile olan bu aya minnet ve şükran duymak gerekiyor.
İyilik beyinlerimizde ödül mekanizmalarını harekete geçiriyor
Ramazan ayında iyilikleri çoğaltmamızı özellikle tavsiye ediyorlar.
İyilik yapmak, cömert davranmak tüm varlığı, dünyayı, içinde yaşadığımız toplumu daha yaşanılır ve sevilebilir bir yer kılıyor. İyilik bir ekilip bin veren bir tohum gibi, iyilik gören insanlar da bu iyilik duygusunu başkalarına aktarıyor, kendi imkanlarınca onlar da daha cömert daha merhametli ve şefkatli insanlar haline geliyorlar. Ama bunun dışında çok enteresan bir bilimsel bulgu da iyilik yapan insanların beyinlerinde ödül mekanizmalarının harekete geçmesi. Araştırmalar iyilik yapan insanların beyinlerinde tıpkı ödül ve zevk aldıklarında olduğu gibi dopamin salgılandığını gösteriyor. Dopamin, zevk vererek ve acıdan koruyarak hayatta kalmamızı sağlayan eylemler için bizi harekete geçiren uyarandır. Yapılan iyiliğin bir karşılığını aramak manasız çünkü bizatihi kendisi bir ödül, bizleri yaşam gücüyle donatan bir ecza iyilik. O sebeple Cemil Meriç’in “İyilik yapan karşılık beklediğinde tefecidir” tespitine çok fazla katılıyorum. Biz ödülümüzü zaten alıyoruz, onun üzerine ek bir tazmin beklemek tefecilik.
Kendi nefsimizden sıyrılarak başka insanların gözünden de hayata bakmayı özellikle bu Ramazan’da daha çok görebilir miyiz?
“Ramazan ayında gereği gibi oruç tutarsan, senin vücut toprağını altın ederler. Senin fanî varlığını taş gibi ezerler de göğe sürme yaparlar. İftar vaktinde yediğin yemek lokmasının her biri, birer mana incisi olur. Ramazan’da, yemekte, içmekte, kötü söz söylemekte, kötü iş işlemekte sabırlı olduğun için, bu sabır, senin manevî görüşünü artırır, gönlünün gözünü açar.” diyor Mevlana Divan-ı Kebir’de. Oruçlu iken müminler Allah’a misafirdir. Allah’ın edebiyle davranan misafiri kıymetli hediyeler vermeden ağırlamayacağına inanıyorum. İnsanın en değerli hasleti bir başka varlığın acısına ayarlı gönlü olduğuna göre, en çok ihsan da gönüle yağar. Şımarıklık etmeden, sabrı ve şükrü eylem halinde bir dua gibi yaşamak, ömür boyu uygulanacak bir terbiye yöntemi. En çok da Ramazan ayında elbette. Her neye sahip olduğunu düşünüyorsa, o şeyin şükrünü kendi cinsinden sebil etmeli insan. Çokça bilinen bir ilke bu: Malının şükrünü zekat ve sadakayla, ilminin şükrünü anlatarak ve amel ederek, sağlığının şükrünü hayatları yeşerterek, sevenlerinin şükrünü muhabbet göstererek, mutluluğunun ve huzurunun şükrünü başkalarının ıstırabına omuz vererek. Eskilerin bir nefis terbiyesi, tezkiye olarak benimsedikleri daha az fark edilen ilke ise, sabrın da gereklerinin aynı olması. Her neyin yoksunluğuna sabrediyorsak, başkalarında onun eksikliğini gidermeye gayret göstermek; bu şekilde belki maddi olarak durumumuzda bir iyileşme olmayacaksa bile, o yoksunluk sebebiyle çektiğimiz acılar azalır. Umulur ki bizim yoksunluğumuz da ilahi lütfun eliyle iyileşir.
Maneviyat duygumuz sorumluluk duygumuzu da geliştiriyor
Maneviyat, insanın daha yüce bir yapının önemli ve amaçlı bir unsuru olduğuna dair duygusudur. İnsan, maneviyat duygusuna sahip olduğunda sorumluluk duygusuna da ister istemez sahip oluyor. Bizi aşan, bize bizliğimizi bağışlayan yüce bir varlığın tecellilerinden biri olmak da keza bir erdem yükümlülüğü ile yüz yüze getiriyor bizi. Bir şekilde çok küçük olduğunun bilinciyle egomuz törpülense de fert olarak önemli ve yükümlü olduğuna duyulan inanç, benliği var kılan, insanı sürüden koparıp insan kılan bir etken. Bu çok ironik çünkü benlik sahibi olmadan muhatap olamayız. Ama bu benlik yeryüzüne fırlatılıp unutulmuş bir varoluş değil. Bundan daha trajik bir şey olamazdı gerçekten. Bağlı olduğumuzu bilmek bizleri teskin ediyor. Ramazan ayının manevi ikliminde bu bağlılığı daha güçlü hissetmemiz umuduyla.