Tabii platformunda yayınlanan Şanzelize Düğün Salonu dizisini; yönetmen Osman Nail Doğan ve kitabın yazarı aynı zamanda senarist Tarık Tufan ile konuştuk. Osman Nail Doğan ve Tarık Tufan dizinin çekim öncesinde dikkat ettikleri unsurları, yönetmen ve senarist olarak iyi çalışmalarının nedenlerini ve uyarlama yapmanın zorluklarını anlattı.
Şanzelize Düğün Salonu, Tarık Tufan’ın severek okuduğum değerli bir romanıydı. Artık o yalnızca bir roman değil. TRT’nin dijital platformu Tabii için roman diziye uyarlandı. Aynı adlı dizinin senaryosunu Tarık Tufan yazarken yönetmen koltuğunda ise Osman Nail Doğan oturuyor. Bizler de dizinin senaristi ve yönetmeniyle sinema, diziler, uyarlamalar ve sanat hakkında sohbet ettik.
Durum filmlerinde sanat sineması hâkim. Siz hikâyeyi ve temayı öne çıkarmayı tercih etmişsiniz. Nedir bunun sebebi?
Osman Nail Doğan: Benim sinemam yok. Bir film ve birden çok dizi yaptım. Son yaptığımız Şanzelize Düğün Salonu dizisinde güçlü bir kitaptan uyarlama yaptığımız için hikâyeyi öne çıkarma amacındaydık. Şanzelize Düğün Salonu’nda bilinçli bir tercih yaparak hikâyesi ön planda olan atmosferi desteklediğimiz bir iş yaptık.
Meseleyi iyi anlatmaya odaklanıyorum
Tarık Tufan romanlarının insan üzerinden arayış hikâyesi iyi bir gelenekten geliyor mu sinema için? Tarık Tufan’ın sinemada motivasyonu ne?
Tarık Tufan: Bir hikâye anlatmanın olmazsa olmaz koşulları var. Anlatacağınız meseleyi, duyguyu, olayı, doğru karakterler, doğru zaman ve doğru atmosfer kurarak anlatabilirsiniz. Sinemada da romanda da aslında hikâye anlatıcılarının kendisine sorması gereken temel soru bir hikâyeyi nasıl daha iyi anlatırız? Anlattığınız hikâyenin niteliği kimi unsurlara daha çok ağırlık vermenizi gerektirebilir. Hikâyede bulunan karakterlerin içinde bulunduğu atmosfer hikâyenin güçlü bir parçasıysa sinemacı doğal olarak atmosferi en yüksek düzeyde yaşatmanın yolunu bulacaktır. Büyük sanatçılar, iyi anlatıcılar anlatmak istedikleri hikâyeyle kurdukları form arasında doğrudan bir özdeşlik yaratırlar, hikâye anlatmanın ve en kısa en doğru sahici yolunu bulurlar. Bunu sinema, heykel, resim yahut roman için genelleyebiliriz. Doğal olarak ben roman ve senaryoda meseleyi iyi anlatmaya odaklanıyorum. Sinema dediğimiz kolektif iş ve sadece senaristin iyi anlatması yetmez, yönetmenin bu konuda yorumunun algısının, derin ve nitelikli olması gerekir, yönetmenin zihnindeki dünyayı kurabilmek için de teknik ekibin, oyuncunun da doğal olarak aynı ölçüde meselenin içinde olması gerekir.
(Osman Nail Doğan, Tuba Kaplan ve Tarık Tufan)
Böyle söyleyince Kemal Tahir’in sinemacılar üzerindeki etkileri aklıma geliyor. Peki Osman Nail Doğan’ı Tarık Tufan romanına götüren neydi?
Osman Nail Doğan: Tarık Tufan güçlü üslup ve dili olan bir romancı. Onda şunu hissettim: bizden olanı anlatmak. Bizi anlatmak ve derinlemesine irdelemek. Tarık abi bunu romanlarında çok iyi yapıyor. Farklı biçim ve tavırla bir üslup kuruyor. Tıpkı iyi bir sanatçı, iyi bir yönetmen ve iyi senaristin yaptığı gibi aynı konuyu hayatı boyunca farklı biçimlerde anlatmaya çalışıyor. Romanlarında hissettiğimiz şey tam da modern dünyada yaşadığımı ikilemler, beni cezbeden bunlardı bu yüzden romanı uyarlamayı ben de istedim.
Uyarlamalara ön yargılar olsa da iyi uyarlamaların usta yönetmenlerin elinden geçtiğini görüyoruz. Metin Erksan’ın Sazlık öyküsü uyarlaması ön yargıları kırıyor o dönem. Senaryo yazan romana yabancılaşır mı? Senaristi olduğunuz romanın sizin romanınız olmasının handikapları ya da avantajı var mı?
Tarık Tufan: Osman Nail Doğan bana göre genç ama yaptığı işlerde bir yaranın, bir derdin peşine düşüyor. İlk filmi Güvercin Hırsızları çok olgun, sinema için bir yönetmenin ilk filmde erişebileceği, anlatı biçimi estetik ve ahlaki kaygıları içinde iyi bir biçimde barındırıyordu. Bu film Osman’ın neler yapabileceğini, neler anlatabileceğini, neler anlayabileceğinin güçlü bir sesi oldu. Arkadaşlığımızın yanında yönetmenliğine karşı saygım var. Bir hikâyeyi beraber anlatmak meselesinde iyi bir yönetmenin yanında olmak benim için değerliydi. Çünkü her senarist iyi yönetmenlerle hikâyesini, derdini, yarasını, meselesini iyi anlatan insanlarla beraber çalışmak ister. Senaristin kaleminden dökülenler son derece iyi bir görsel estetikle seyircinin karşısına çıktığında ortaya da yetkin bir eser ve anlatı çıkıyor. Osman’ın en ticari gördüğü işlerde dizilerde bile asgari kaygı, estetik ahlak gözeterek meseleye yaklaşması ve yaptığı her işi arkasına fikir, düşünce hissediş biçimi koyması bence çok değerli bir şey. Televizyonda özerk diziler söz konusu olduğunda çok gözetilmeyen bir ahlak ve görgüdür ama iyi sinemacılar yaptığı her işte bunu gözetir. Şanzelize Düğün Salonu gibi kendi hayatımda çok önemli bir romanı Osman’a gönül rahatlığıyla teslim etmemin sebebin altında yatan bu aslında bir güven duygusu, inanmak ve güvenmek. Bir sanatçının karşısında yaptığın işi paylaşmanın heyecanı, iyi bir sanatçıyla birlikte iş yapmanın güveni ve mutluluğu diyebilirim kendi adıma. Ortaya çıkan şey beni mutlu etti.
Zeki Demirkubuz, Nahid Sıtkı Örük’ün Kıskanmak’ını çekerken filmde romandaki çok şeyi değiştirdim kendi gözümde diyor. Osman Nail Doğan’ın Şanzelize Düğün Salonu için gözü nasıldı?
Osman Nail Doğan: Tarık abi aynı zamanda senarist ilk defa roman uyarlayan birinden bahsetmiyoruz. Bu alanda iyi işler çıkararak Türkiye’nin önemli işlerini yapmış bir senarist. Romana yaklaşırken yalnızca romanın ruhuyla hareket ettik. Tarık abi benim tarz ve cangıl olarak neyi sevdiğimi çok iyi biliyor. Bir senaristin yönetmenle aynı şeyi sevmesi, aynı şeye gülmesi, hüzünlenmesi çok önemli. Şanzelize Düğün Salonu için sinema filmi düşünürken sonrasında diziye dönüştü. Epeyce uzun bir süre çalıştık. Televizyonun beni rahatsız eden tarafı iş yaparken yüzünden pullar dökülüyor. Zamanla yarışıyorsunuz ve bu işte zaman bizim en büyük düşmanımız. Geniş düşünemediğiniz, hikâyeyi ele almadığınız, cümleden sokaktan hayattan bir şey kovalamadığınız zaman bu iş olmuyor. Tarık abinin bahsettiği dert meselesi o işte. Durumdan hikâye sağaltmak kolay değil. Tarık abi profesyonel senarist olduğu için işimiz kolay oldu. Romanın atmosferi, anlattığı şey kara komedisi dramı olan bir hikâyeydi. Birbirimize yabancılık çekmedik orada.
Şanzelize Düğün Salonu’nda görüntü yönetmeni Alper Kasap ile olağanüstü iş çıkarmışsınız. Sinematografik bir görsel dil, ışık, mekân, oyunculuk bu özel bütünlüğü nasıl kurdunuz?
Osman Nail Doğan: Aslında bütün hikâyenin tasarımı, sonra prodüksiyonun tasarımında Tarık abiyle dirsek temasındaydık. Cast seçerken, görüntü yönetmenini seçerken, birlikteydik.
Tarık Tufan: Biz Şanzelize Düğün Salonu’nu dizi olarak değil bir author sinema filmi çeker gibi çektik.
Osman Nail Doğan: Dizi sektörüne baktığımızda belki de ilk defa yapılmış bir iş. Çünkü işin içine her zaman yapım faktörleri girer. Siz author yönetmen olsanız bile elinizdeki hikâyeyi kafanıza göre çekemezsiniz. Sektörün bir standardı var ve sizi bu standart aşağıya çeker. Şanzelize Düğün Salonu’nda yapımcılığı da ben yaptığımdan bütün onlardan kurtulduk. Kafa kafaya verip bunu biz bir sinema filmi çekiyormuş gibi çekelim dedik.
Tarık Tufan: Bu kitabı dizi yapmaya karar verdiğimizde Osman burada ne gördü, onun dünyasında hangi duygu harekete geçti, o karaktere nasıl baktı sorularıyla onun baktığı yeri anlamaya çalıştım. Diziyi çekmeden önce uzun bir süre atmosferini konuştuk. Osman, nasıl bir ışık yapmak istediğini, nasıl bir oyunculuk istediğini, nasıl sahne kurmak istediğini biliyordu. Benim içinde güvendiğim ve inandığım bir sinemacıya gönül rahatlığıyla romanı teslim etmek şeklinde bir deneyim oldu.
Şanzelize Düğün Salonu’nu dizi yapmak riskti
Tarık Tufan radyo ve televizyonlarda kültür sanat alanında yaptığı programlar, yayınlanmış kitapları, Uzak İhtimal, Yozgat Blues, Anons filmlerinin senarist ve yapımcıları arasında yer alarak sektörün her katmanında yer alıyor. Romancılar senaryo yazıyor evet, Halit Refiğ’in ilk filmi Harem’de Dört Kadın’ın senaristi Kemal Tahir’dir. Romanı senaryoya dönüştürmek ya da senaryo gibi roman yazmak Tarık Tufan romancılığına zarar vermeyecek mi?
Tarık Tufan: Romancılık ve senaristlik arasında o teknik üslup farkının ayırdını bu işi yaptığım günden beri biliyorum. Senaryoda ve romanda ne yapmam gerektiğini neredeyse sezgisel olarak bu işleri yaparken zihnimde ayırt edebiliyorum. Birinin diğerine zararı söz konusu değil bence. İlk başta söylediğim “Nasıl iyi anlatacağız?” sorusunu kendime sürekli hatırlatıyorum. Anlatmak konusunda bir maharet geliştiriyorsun. Anlatmak konusunda maharetin geliştikçe hangi araçlarla anlattığın bir süre sonra tırnak içinde önemi kalmayabiliyor. Ben radyoda da yıllar önce bir üniversite öğrencisiyken program yaparken bir radyo istasyonunda anlatmak için vardım ve iyi anlatmaya çalışıyordum. Yıllar sonra televizyonda da aynı dert içindeydim. Romancının romanını başkasına teslim etmesi başka kaygılar da taşıyor. Bütün o kaygılara cevap bulacağın doğru yönetmeni bulmak değerli bir şey.
Osman Nail Doğan: Orada en değerli şey romancı açısından beş sene, on sene önce bir hikâye kurmuşsun ve iki yüz üç yüz sayfalık bir şey ortaya çıkmış. Orada vücut bulmuş karakterler var. Sinema mühendislik gerektiren bir iş ama roman daha içsel bir şey. Dolayısıyla o karakterlerin gözünün önünde bambaşka yere gitmesi, yazarın “romandaki bu değildi” yüzleşmesi kolay değil. İçsel olarak bir romancının bunu kabullenmesi zor.
Tarık Tufan: Aslında aynı riski burada Osman’da alıyor. Şanzelize Düğün Salonu gibi kendi okuru tarafından ikonikleştirilmiş bir romanın dizisini yapmak bir risk. Çünkü birçok okur son derece kıskanç. Neredeyse ön yargılı biçimde ortaya çıkacak işin karşısına geçiyor. Ama birinci bölümü izleyen insanların romanın atmosferine girmesi, aynı atmosferi soluması bence bu tereddüdü ortadan kaldırdı. Gerçekten Şanzelize Düğün Salonu’nu dizi yapmak riskti.
Dizide modern dünyanın uzaklaştığı belki de maneviyatı daha çok arayıp yaklaştığı bir süreçte farklı olarak; dergâh, şeyh ve dervişler, görüntüler hayatın ortasında. Türk sinema seyrinde bu meselelere ideolojik ve ön yargılı yaklaşılıyor ama Şanzelize Düğün Salonu’nda doğal bir arayış dili var. Bu gerçek dili nasıl inşa ettiniz, arayış hikayesi nasıl seyredecek dizide?
Tarık Tufan: Sanatçının mesuliyet duyması gereken bazı hususlar var. Bir tanesi dürüst ve yaptığı işe karşı ahlaklı olmak. Bu dürüstlük anlattığı her meseleye ilişkin tavrını belirler. Sanatçı yargılayan, tahfif, tahkik eden, gerçeği bozan, hakikati bir propagandaya, ideolojik bir aygıta kurban eden değil anlamaya çalışan, yüzleşendir. Çatışmayı göze alan kendisine ve meselesine karşı dürüst hakikatle ilgili meseleyi kendisine düstur edinmiş ve sorumluluğunu, mesuliyetini hemfikir hem estetik ve hem de iş bağlamında oturtmuş insandır. Maalesef Türkiye’de sanatçılar uzun yıllar boyunca ideolojik aidiyetlerini propagandist bir dile çevirdiler. Ama onların yaptığı işler kolay unutuldu. Propagandist sanatçıların tahkir ettiği Oğuz Atay bugün büyük bir yazar olarak ayakta ama sanatını hangi kesimden olursa olsun ideolojik propagandalara kurban edenler yoklar bugün. Sinema da da böyle kuşkusuz büyük sanatçılar bir dünya görüşüne sahiptir ama anlatı kurarken o anlatının derinliğine, katmanlarına, estetiğine, teorisine büyük sanatçıların hissettiği sorumluluk nispetinde yaklaşırlar. Ve yaptıkları her iş şiirselliğiyle, sembolizmiyle, veyahut doğrudan anlatımıyla bizim için anlama çabasına bir katkı olarak önümüze çıkar. Bir dünya görüşüne sahip olduğu halde sanatçı bakışının derinliğini her anlatıya, her esere yansıtır. Ben de kimi anlatırsam aynı sorumlulukla yaklaşıyorum. Bu bir tekke de olabilir, gece kulübü de. Mesele hikâye, karakterle, mekândan öte sanatın konusu olabilecek şekilde dolayıma sokup zihnimizde soyutlayabilmek. Ve en yüksek yahut en derin meselenin özündeki kavrama ulaşabilmek.
Sinema didaktizmi kaldırmaz
BluTV, Puhu TV, Gain, EXXEN, Mubi, Netflix’in belirlediği piyasa sinema diline hakim. Kadın, cinsel hayat, kimlik konusunda belirlenen hakim piyasa dili var ve bazı yönetmenleri bu mecralar ciddiye almıyor? Tabii de açıldı artık, siz ne düşünüyorsunuz bu konularda?
Osman Nail Doğan: Tarık abi bir sanat eserinin ne olması gerektiğine dair çıkarımları anlatıyor aslında. Dolayısıyla sinema didaktizmi kaldırmaz yani, didaktik olan her şey biter ve sinema empoze edilmeye çalışan her şeyi iter. Karşılık da bulmaz küçük bir kesim dışında kaybolur gider. Platformlarda iyi işler olabiliyor bütüncül bir yaklaşımla bir şeyi reddetmek çok doğru değil. Bazen öyle bir şey oluyor ki piyasa koşullarının dışında bir şey üretilebiliyor. Tabii’ye baktığımız da Tabii de kendi hikâyesini kurmaya çalışan bir platform. Dolayısıyla aslolan içerikleri kimlerin ürettiği, hangi gayeyle yapmaya çalışmaları, neyi gözettiği. Siz herhangi bir içeriği bambaşka mecralarda da yaparsınız, önemli olan yönetmenin ne istediği.
Tarık Tufan: Yani kendi hikâyesini kim iyi kuruyorsa o kalıcı oluyor aslında.
Osman Nail Doğan: Sektörü konuştuğumuzda bazı gerçeklikler de ortaya çıkıyor. Siz bazı hikâyelerle, bazı kimliklerle belirli platformlara iş yapamıyorsunuz. Sektörün ve Türkiye’nin bir gerçeği bu.
Peki genel anlamda Türk sinemasında dinin ele alınışı hakkında neler söyleyebilirsiniz? Uzak İhtimal’den başlayarak arayış ve inanca kafa yoruyorsunuz sinema dili nedir bunun?
Tarık Tufan: Bizim sinemamızda dergâh son yıllara kadar merak konusu olup anlatılmış değildi. Bizim aydınımız kimi meselelere uzaklığını bir itibar bir iftihar meselesi olarak görür. Ama batılı sanatçılar metafiziği kavramada son derece çaba sarf etmiştir. İnanırsınız inanmazsınız metafizik insanın var oluşunun en derin meselelerinden bir tanesidir. Metafiziği tartışmadan sanat ve felsefe yapamazsınız. Metafiziğe dokunmadan, bu kimileri için ateşe dokunmaktır, gerçek bir fikir ve duygu inşa etmek çok mümkün olmaz. Bunu din ve gelenekle sıkıştırmıyorum metafizik dediğim şey insanın o duygusunun arkasındaki karanlık geniş dünya. İnancına, hayatla kurduğu ilişkiye belirsiz ama mutlaklığından zerre kadar kuşku duymadığı bir dünyadan bahsediyoruz. Sanatçının buraları merak etmemesi mümkün değildir diye düşünüyorum. Rönesans sonrasına sanatın seküler olduğu ve metafiziğe mesafeli olduğu klişelerle yaklaşıyoruz. Hayır. Büyük sanatçılar metafiziği yeniden ürettiler. Rönesans kilisenin ürettiği metafiziği yeniden üretme çabasıdır. İsa ile meseleleri hiç bitmedi ki. Bugün modern Batı sinemasının İsa ile meselesi bitmedi. Tarkovski’nin İsa ile meselesi bitmedi. Bergman’ın metafizikle meselesi bitmiş midir? Dostoyevski’nin Budala’sındaki Prens Mişkin İsa değil de kimdir yani? Modern Batı sanatı metafizikle yüzleşmeden kendi meselesine bakmıyor. Biz de bunun popüler yahut alternatif biçimde bununla yüzleşmek zorundayız.