Birbirinden farklı atık malzemelerle eserler üreten sanatçı Deniz Sağdıç, uzun yıllardan bu yana sürdürülebilirlik üzerine çalışıyor, düşünüyor. Gecekondudan dönüştürdüğü atölyesinde görüştüğümüz Sağdıç’la sürdürülebilir sanat üzerine konuştuk. 2010’lu yıllarda kapıldığımız tüketim çılgınlığının kendisini sarstığını söyleyen Sağdıç, “insan önce kendini düzeltmeli” diye düşünüp, kendi dolabında kullanmadığı eşyaları sanat eserlerine dönüştürerek bu konuda çalışmaya başlamış. Sağdıç, “Sanat bize, ‘Tüketiyoruz evet ama bilinçli bir şekilde tüketebilirsin. Ya da tükettiğin şeyleri atarken, onların hammadde olduğunu unutma, onlar başka nesnelere dönüşebilir.’ diyebilir. Yani şu anda sanat yeniden kalbe dokunmalı. Sanatın dilini kullanarak ben de bir farkındalık oluşturmaya gayret ediyorum.” ifadelerini kullanıyor.
Uzun yıllardan bu yana sürdürülebilir sanat üzerine çalışmalarınızı yürütüyorsunuz. Önce şunu soralım: Sürdürülebilir sanat nedir?
Sürdürülebilir sanatın benim için iki tanımı var. Öncelikle insan üretimi olan her türlü nesnenin ham madde olduğuna dikkat çekerek, doğa dostu fikirlerle inşa edilen bir yapı. İkinci tanımı ise sanatın sürdürülebilirliğiyle alakalı. Yani, sanatın son 100 yıldır sadece müzelerde ve galerilerde olan mevcut durumunu yeniden düşünmek gerektiği, sanatın sürdürülebilir hâle gelmesi anlamına da geliyor benim için. Bu her türlü mekânda, hayatın içinde, kamusal alanda sanatın kendisini göstermesi demek… Göbeklitepe’den, tarihin başlangıç noktasından itibaren sanat bir iletişim dili olarak kullanılmışlar. İnsanlar kendilerini sanatla ifade etmişler. Ancak sonradan sanat daha elitist bir duruma dönüştü. Daha ulaşılmaz, anlaşılmaz olmaya başladı. Bu noktada sanatın sürdürülebilirliğini de düşünmemiz gerek. Ben de bu bağlamda bir dil yaratmaya çalışıyorum.
(Merve Akbaş ve Deniz Sağdıç)
Herkesin tanıdığı malzemeler kullanıyorum
Sanata daha yakından temas etmemiz için bu çabanız? Bu bize ne kazandırır?
Biz insanlar ince dokunuşlara sahibiz. Bunu ortaya çıkarabilmenin yolu da sanattan geçiyor. Sanata maruz kalmadığınız sürece bu yönünüzden uzaklaşırsınız. Ben mümkün olduğunca insanların sanata maruz kalması gerektiğini düşünüyorum. Bu şekilde içimizde bulunan zarafet kendini gösterecektir. Sanata dokunmak, onun hakkında düşünmek de demektir. Bu nedenle herkesin tanıdığı, bildiği, aşina olduğu malzemelerle sanat üretmeye çalışıyorum. Örneğin düğmeler… Düğmenize günde en az iki kere dokunuyorsunuz. Plastikler, kartonlar… Bunlar bize ait ve estetik bir hâle büründüklerinde yeni bir sanat dilini ortaya çıkarabilirler. İnsanın içindeki duygularını fark etmesi için bu nesnelerle çalışıyorum.
Sizde bu farkındalık nasıl oluştu, ne zamandan beri “sürdürülebilir sanat”la ilgilisiniz?
Ben 1999 yılından bu yana sanatın içindeyim. İlk dönemlerimde ebruyla modern sanatın birleştiği eserler üzerine çalıştım. Ailem de her zaman zanaat ile iç içe olmuştur. Babam cam ustasıydı. Dolayısıyla bende hep zanaat tarafı vardı. Benim bu alanlara yönelişim ise 2010’larda başladı. O dönemde tüketim çılgınlığı yaşandı. Hatta vahşi bir tüketim alışkanlığı edindik. Normalde bir tişört alırken, dolaplarımızı dolduran alışverişler yapmaya başladık. Poşet gibi plastiklerin yanı sıra karton kullanımı da arttı. Bu kadar çok tüketim görmek beni rahatsız etmeye başladı. Ben ne yapabilirim sorusunu sordum. “İnsan önce kendini düzeltmeli” düşüncesiyle harekete geçip, bu yanlış tüketim alışkanlıklarını değiştirmek için yola çıktım. İşe dolabımdan başladım ve giymediğim, fazlalık olarak gördüğüm kıyafetlere bakıp, “bunlardan sanat olur mu?” diye kendime sordum. Ancak o dönemde ne geri dönüşüm ne de ileri dönüşüm bilinmiyordu. Bu konuda bir farkındalık olmadığı için “bu kadın atıklarla ne yapıyor?” diye düşünülüyordu.
Rahatsız edici geliyor sanırım…
Aynen öyle çünkü adı “atık” ve onları atmışız, vazgeçmişiz. Artık ihtiyacımız kalmadığını düşünüyoruz ve bunların karşımıza çıkmasını istemiyoruz. Ben ise bunların bir ham madde olduğuna işlerimle dikkat çekmeye çalışıyorum. Yani, aslında onlar değiştirilebilir, dönüştürülebilir ve yeniden hayata kazandırılabilir, diyorum. Ben, tekrar tekrar üretmektense, zaten üretilmiş olanları değiştirip, dönüştürmekten yanayım.
Kendi kendine yetebilen bir sanat atölyesi
İçinde bulunduğumuz atölyeniz de her anlamıyla geri dönüşüm mantığıyla oluşturulmuş. Bu yapıyı nasıl oluşturdunuz?
Ben atölyeme “samimiyet” kelimesiyle beraber bakıyorum. Burada bulunan malzemelerle hikâyeler yazıyorum, onlara yeniden değer katıyorum. Tekrar vazgeçilmez hâle getirmeye gayret ediyorum. Bu yapı inşa edilirken de bir eser üretiyormuşum gibi düşündüm. Burası aslında 1978’de yapılmış, dört daireli bir gecekonduydu. Gördüğüm zaman bu binayı yıkıp, yeniden yaptırabilir, kat hakkım olduğu için gökyüzüne doğru yükseltebilirdim. Ama bunu tercih etmedim. Çünkü buradaki hedef dönüştürmekle ilgiliydi. Burada kendi kendine yetebilen bir bina olmalı, diye düşündüm. Bundan 40 yıl sonra bile kendine ihtiyaçlarını giderebilmeliydi… Bunun için güneş panelleri koymak, aydınlatma noktasında led ışıklar kullanmak, izolasyonu doğru kurmak, su damlama sistemiyle organik bir bahçe oluşturmak, onun su ihtiyacını yağmur sularını depolayarak karşılamak gibi fikirler üzerinde durup, bunlarla yapıyı inşa ettik. Gökdelenlerin, yüksek binaların olduğu Ataşehir’de bile bu tür tercihlerle hayata bakabileceğimizi göstermek istedim. Buraya gelen her atığı değerlendirip, enerjiyi tasarruflu kullanıp, sürdürülebilir bir sanat evi kimliği altında bir hikâye yaratılabilir, demek istedim. Yani biz buraya geldik ve zarar vermeden gittik, diyebilmek…
Sanatın yeni şeyler söylemesi gerekiyor
Dünyayı tükettikçe sanattan uzaklaştık diyebilir miyiz?
Altamira Mağarası’ndaki bizon resminde sanat bir büyü için kullanıldı. Rönesans’ta ise amaç dini inşa etmekti. Sonra realizm akımı çıktı ve savaşları anlatan eserlerle karşılaştık. 1950’lerde pop-art’la tüketim alışkanlıklarını şekillendiren çalışmalar görmeye başladık. Sanat hep bir şeyler anlattı ve bizden bir adım öndeydi. Son dönemlerde, yani 50’lerden sonra sanatı anlaşılmaz bir noktaya getirdik. Bir donanıma sahip olmadan anlaşılmayan, elitist bir noktaydı bu… Sanatçıyı da bohem bir yere koyup, yüceleştirdik. Bu tarihlerden sonra sanattan kopuş başladı. Oysa sanat topluma yön verir. Bugün sanatın yeni şeyler söylemesi, topluma yeniden yön vermesi gerekiyor. Sanat bize, “Tüketiyoruz evet ama bilinçli bir şekilde tüketebilirsin. Ya da tükettiğin şeyleri atarken, onların hammadde olduğunu unutma, onlar başka nesnelere dönüşebilir.” diyebilir. Yani şu anda sanat yeniden kalbe dokunmalı. Sanatın dilini kullanarak ben de bir farkındalık oluşturmaya gayret ediyorum.
Ön yargılarımızı yıkmamız gerek
Sizce sanat bu kadar güçlü mü? Yani insanların bakış açısını değiştirebilir mi?
Elbette. Benim marka ve kurumlarla iş birliği yapmamın nedeni direk tüketiciye ulaşmak, ulaşabilmek. Bu tür iş birlikleri bence değerli. Çünkü sürdürülebilirlik çalışmalarını gören tüketicinin alışkanlığını değiştirme ihtimali var. Benim 15 yaşındaki kızımın, sosyal medyada denk geldiği geri dönüştürülmüş kumaşlarla yapılmış ürünler dikkatini çekiyor. O projeleri o markalar sunmazsa, gençlerde bu algıyı oluşmaz. Bu noktada markalara iş düşüyor. Onların da sanata ihtiyaçları var. Bu bir kar topu gibi… Katlanarak büyüyecek. Tabii hiçbir şey yapmazsak, ters yönlü büyüyecek. Ben de bu nedenle her yerde sergi açmak istiyorum. İnsanların kafasındaki algıyı yıkmaya çalışıyorum. Onlara, “bakın siz uzaktan baktığınızda eserlerimi yağlı boya sandınız. Ama bu aslında ön yargıydı. Ön yargılarınızı yıkın, yaklaştığınızda kendinize ait bir şey göreceksiniz. Bunlar aslında ham madde.” demek istiyorum. Ben bir sanatçı olarak bu atık malzemeleri kullanabiliyorsam, ki sanat güzeli, estetik bir dille gösterir, sen bir kimyager, doktor, öğretmen veya mühendis olarak neler yapabilirsin, sorusunu sormaya çalışıyorum. İstanbul Havalimanı’ndaki sergimde çok farklı yaş gruplarından insanların, atık malzemelerle yapılmış eserlerimi gördüklerinde benzer sorular sorduklarını gördüm. Dolayısıyla sanat bu noktada bir tohum vazifesi görüyor. Eserlerimde küçük parçalardan oluşuyor. Tek başına anlamı olmayan bir şırınga iğnesi kapağı, sanatsal bir çalışmada anlamlı oluyor, bir portre oluşturuyor. Yani bir araya gelmemiz gerekiyor.
Eserlerinizde portrelere yoğunlaşmanızın nedeni de bu mu?
Kesinlikle öyle. Hikâyemin temelinde bu var. İnsana insanı anlatmak zorundayız. Yüzleştirmek zorundayız. Bize bakan portreler yapıp, “yeter ki bana bir bak, baktıktan sonra dokun, kalbine işlesin hissettiklerin ve bunları davranışa dönüştür ki dünyaya güzellik katabilesin” demek istiyorum. Sanat bence çok ortada duran, herkesin ulaşabileceği, hiçbir yapıya dahil olmayan bir yapı. Herkesle bir şekilde temas ettiği için de çok mutluyum. İlk serim tüm bunlar nedeniyle insan portreleriydi. İnsanlara insanı anlattım. Şimdi ikinci serim ise canlılar üzerine ve insanlara canlıları anlatacağım. Şu an 24 tane nesli tükenmekte olan hayvan var ve biz bir daha o hayvanları göremeyebiliriz. Hayvanlar serisini de 5 kıtada 5 büyük sergi yapmayı planlıyorum. Aynı amaçla üçüncü seri de bitkiler üzerine olacak. Yani dünya tek değiliz, diğer canlılara karşı da sorumluluğumuz var.