Bir süre ormanda, dağda, en ilkel şartlar altında yaşayınca zihniniz berraklaşıyor ve şehirdeki tüm sorunlarınız sizden uzaklaşıyor. Tek derdiniz doğanın ritmine uygun yaşayabilmek oluyor. Ama şehirden, yani kendi yarattığımız o cehennemden kaçmak ne derece mümkün? Veya bu cehennemi dönüştürmek…
Bir süredir elimde Ian McEwan’ın “Dersler” isimli kitabı var. Zor bir hikâye… Kitap James Joyce’un “Finnegans Wake”inden “Önce hissederiz. Sonra düşeriz.” alıntısıyla açılıyor. Satırlar ilerlerken arkamda bir hışırtı sesi duyuyorum. Tedirgin oluyor, ayağa kalkıp çadırı çevreleyen brandanın etrafında dolaşıyorum. “Herhâlde rüzgârdı” diyorum. Öyle miydi?
Uzun zamandır yaz aylarında kamp yapıyorum, yapıyoruz. Deniz kenarında da dağda, ormanda da kamp yapmışlığım var. Ancak ne yalan söyleyeyim öyle kamp aşığı biri falan da olmadım bugüne kadar. Benimki biraz mantık evliliğiydi. Diğer yandan da bazı sağlık sorunları için “doğada, temiz havada, yazın sıcağından kaçılacak serin bölgelerde geçirilecek zaman” adeta reçete edilmişti. Olaylar böylece rayından çıkıp, başka bir rutin oluşturdu. Hâlâ zorlanıyorum, o ayrı. Ama biraz da bir nevi içsel bir yarışa dönüştü. “Evet, bunu da yapabilirim” demek istemek gibi…
2024’ün kamp deneyimi haziranın 19’unda başladı. İnişleri ve çıkışları saymazsak toplamda bir ayı aşkın süre Uludağ’ın Sarıalan isimli yaylasında, adeta bir obanın içinde bulundum. Burası Orman Müdürlüğü tarafından kamp yeri olarak belirlenmiş bir bölge. Biraz ilerde “sadece dört ahşap duvara sahip olan “baraka”lar var. Ortam kalabalık, çok sayıda insan var alanda. Herkesin çadırı kendine olsa da o kadar ıssız bir alandan bahsetmiyorum, bunun altını çizelim. Doğa tüm kanunlarını acımasızca işletecek kadar baskın. Buranın kralı, doğanın ta kendisi. Ondan kimsenin kuşkusu yok.
Şehre dönememek
Hava İstanbul’da 40 dereceyi aşıyormuş, ben şu an 15-16 derecede oturuyorum. Roman devam ediyor, çadırın önündeki ışığın beni vahşi hayvanlardan koruduğunu sanıyorum, öyle mi? Dediğim gibi bu bir mantık evliliği ama bu mantık son iki günde biraz sarsıldı. Eşim toplantıları için İstanbul’a döndü ve ben burada, bu çadırın içinde şu an kızımla yalnızım. Saat gece yarısını çoktan geçti. Onunla şehre dönemez miydik? Elbette dönebilirdik ama bir sürü şartı bir araya getiremeyebiliyor hayat… En nihayetinde saat gece yarısını çoktan geçti, dağın tepesinde bir yerde, çadırın önünden gelen seslerin ne olduğunu düşünüyorum. Belki de yanlış kararı verdim, dönmeliydim, bu korkuyu yaşamayabilirdim, ama…
Elbette bu yerde neden daha fazla vakit geçirmek istediğimi sorguluyorum. Özellikle de geceleri oluyor bu sorgulamalar. Hava daha fazla soğuyabiliyor. Geç saatte bir yerden bir yere giderken ayıya, domuza veya tilki gibi hayvanlara rastlamak pek de ihtimal dışı olmuyor. Peki hayatını riske etmek mi bu, yoksa doğanın kanunları altında yaşamayı öğrenmek, deneyimlemek mi?
Ayıların da rutini olur
Daha önce dediğim gibi buraların kralı doğa, o nedenle de ona teslim olmanız, kurallarına göre yaşamanız da şart. Etrafınızda çöp veya yiyecek bulundurmamak hatta kozmetik ürünleri bile kapalı kutularda tutmak gerekiyor. Hayvanları çekmemek için…
Burada belli rutinler var. Zamanı belirleyen akreple yelkovan değil bunların gerçekleşmesi oluyor. Bu rutinlerden biri akşam saat 21.30 – 22.00 arasında Orman Müdürlüğü’nün özellikle piknikçiler için yerleştirdiği çöp kutularının olduğu bölgeye gelen iki ayrı ayının çıkardığı sesler, bir çeşit orkestra. Belki bir akşam çayı içerken, zifiri karanlık ve sessizlikte birden çöp kutularının devrildiğini duymaya başlıyorsunuz. Hele ki hafta sonu ise o gürültü uzun süre bitmiyor! Piknikçilerden arta kalanları yemek ayılar için anladığım kadarıyla oldukça iyi bir ziyafet. Zamanla bu döngüyü öğrenmişler, kutuları nasıl devireceklerini tabii ki çok iyi biliyorlar. Domuzların saf bir bilinçsizlikle, yiyecek aramak için sadece önlerine bakarak yürümeleri de onlarla çok sık karşılaşmanıza neden oluyor. Buranın yerlileri, yani köylüleri son yıllarda domuz popülasyonunun oldukça arttığını da söylüyor. Elbette bir de böcekler, sinekler, küçük canlılar var… Onları da rahatsız etmemek için mümkün olduğunda az kimyasal kullanmanız gerek.
İstediği zaman çeken telefonlar
Kamptayken dünyayla irtibatınız da hayli sınırlı hâle geliyor. Birileri size ulaşamıyor ve doğrusu siz de kimseye ulaşmak istemiyorsunuz. Telefon canı istediğinde çekiyor. Dedim ya, buranın rutini başka… En temel ihtiyaçları karşılamak şehirdekinden kat ve kat daha zor. Yemek yapmak da bulaşık yıkamak da her şey zor. Dünya üç -beş soru ve cevap etrafında dönmeye başlıyor. Trump mı vurulmuş, Biden adaylıktan mı ayrılmış! Haberiniz yok, ne muazzam!
Hayatla ilgili her türlü standart bir anda lüks oluyor. Ama başka lüksler ediniyorsunuz. Dünyanın pek çok sorununu duymamaya başlıyorsunuz. Dertler, tasalar şehirde, dağda olan tek gerçek ayıyla karşılaşma korkusu…
Siz ve ayı. Onun alanında, ufak çaplı bir köşe kapmaca… Şimdi düşünün 36 gün boyunca tam da bu hisle yaşadığınızı… Zihninizdeki durulmayı tahmin edebilir misiniz?
Herhalde doğada yaşam deneyimini en iyi aktaran eserlerden biri “Walden – Ormanda Yaşam”dır. Henry David Thoreau bu kitabında Walden Gölü kıyısında kendi emekleriyle inşa ettiği kulübede 2 yıl boyunca doğayla iç içe yaşadıklarını anlatır. Hatta kitapta bir yerde, tam da hislerime tercüman olan bir bölüm var. Şöyle diyor ünlü yazar: “Çoğu insan, nispeten özgür olan bu ülkede bile, mutlak cehalet ve yanılgı sonucu, sahte kaygılarla ve gereksizce bayağı yaşam çabalarıyla öyle çok meşgul oluyor ki hayatın daha güzel meyvelerini toplayamıyor. Aşırı çalışma sonucu parmakları bu iş için çok sakar ve çok titrek bir hâle geliyor. Hakikaten, çalışan insan emeği pazarda değer kaybedeceğinden gerçek bir bütünlük için ihtiyaç duyduğu boş vakte gün geçtikçe daha az sahip olabiliyor; insanlarla kurulan en insanca ilişkileri sürdürmeye zaman bulamıyor. Bir makineden başka bir şey olabilmeye zamanı yok.”
Makinadan başka bir şey olabilmeye zaman yok… Çok acı biliyorum ama bir o kadar gerçek. Doğa, biraz da şehrin, medeniyetinden bizden aldıklarıyla sert bir şekilde yüzleşme noktası. Hayatınızdan tüm kaygıların, evhamların uzaklaştığı, iş stresini normal bir tatilden bile daha çok unuttuğunuz, dengelerinizi ve önceliklerinizi değiştiren bir yer… Ayaklarınız toprakta, gözleriniz ve kulaklarınız hışırtılarda… Ayı veya bir domuzla göz göze gelme ihtimali, İstanbul trafiğinden daha net çözümleri olan bir sorun. Ama bu cehennemi biz yaratmamış mıydık zaten? Şimdi niye kaçıyoruz? Bunu nasıl çözeceğiz?
Evet, şimdi uyuma zamanı. Uyuyabilir miyiz bu hışırtılar, uzaktan gelen tilki sesleri eşliğinde? Olabilir. Ama aklımızda McEwan’ın şu sözleri yankılansın, sabah kuşlar şakımaya başlayana kadar: “İnsanın kendi yarattığı cehennem ilginç bir yapıydı. Kimse hayatı boyunca bir cehennem, en azından bir tane yaratmaktan kaçınamıyordu. Bazı hayatlarsa cehennemden başka bir şey değildi.”