Behçet Necatigil’in şiirlerinde yer yer melâmî meşrep bir neşveye sahip ve hüznün keyfini süren bir özneye de rastlarız. O da Yahya Kemal gibi Melâmîlik karşısında, Yahya Kemal’kindeki kadar belirgin olmasa da, birbiriyle çelişen iki tavır sergiler. Bir yandan Weber’in tanımladığı manada riyazetçi Protestan ahlâkına vurgu yapar. Bir yandan dünyanın bütün kusur ve günahları ile beraber, yalnız Batı’da Tanrı buyruğu ile rasyonel bir çalışma ve yaratmanın maddesi haline getirilebilmesi anlamında dünya-içi bir riyazetin sesini duyuran öte yandan da Sabri Ülgener’in ifadesiyle huzur ve selameti hareketsiz, pasif bir teslimiyette arayan ve kendini iç dünyasının huzuruna, bazen de huzursuzluğuna kapıp koyvermiş bir rindane edaya sahip şiirlerle karşılaşırız Necatigil’de. Bu iki durumun şair olmak bakımından da Yahya Kemal’in süreği sayılabilir Necatigil.
Bengi düşüş
Salah Birsel, Hacivat’ın Günlüğü’ndeki 18 Haziran 1956 tarihine Edip Cansever’in söylediği şu cümleleri kaydetmiş: “Kendinizi Beyazıt Kulesi’nden aşağı attığınız vakit, birkaç saniye sonra yere düşeceğinizi bilirsiniz. Şair kendini Beyazıt Kulesi’nden aşağı atan ve bir türlü düşmeyen kişidir.”
Oysa şair, düşen-adam’dır. Hem düşer hem düştüğünü düşler… Bu, onun miracıdır belki de…
Galile Denizi
Sezai Karakoç, İlhan Berk’in Galile Denizi’nin ele aldığı bir yazısının sonunda şunları söylüyor: “İlhan Berk, yaşamayı, salt yaşamayı anlattığı için, daha çok (hareket)e ve (fiil)e önem verir. Şiirleri (fiil-şiir)lerdir âdeta. Olay, hikâye, fiil konur ortaya. Anlatım önemli olur; en önemli kelime fiildir. Kelimeler ve mısra, fiilin fonksiyonu olur. Böylece insan ve yanı sıra tabiat çıkar. Burada, biz ‘insan’ı yakalarız, ‘yaşama’yı. Edip Cansever maddeyi anlatıyordu. Ve şiiri bir soyutlama oluyordu. İlhan Berk ‘yaşama’yı anlatıyor; şiiri bir ‘hikâye etme’ oluyor. Cemal Süreya ve Turgut Uyar bu yaşamaya bir sıfat katıp (kişi) de paylaşıyorlar. Biri ‘yaşama’yı var oluş problemi bakımından didikliyor (T. Uyar), öteki insanlararası çatışma ya da sevişme yönünden (C. Süreya). Yani birinde insan tabiatın ortasında, öbüründe insan insanın yanında. Her ikisinin şiiri de somutlama oluyor.” Bu yazı 1960’da Diriliş’te yayımlanmış. Karakoç, bugün aynı şeyleri düşünüyor mudur acaba? Sanmıyorum. Şunun için: Birincisi ‘hikâye etme’, belki Galile Denizi bağlamında doğru olabilir ama, İlhan Berk şiirinin genelini açıklayacak nitelikte bir tespit değil. Birçok şiirinde, hatta tahkiye kokan şiirlerinde bile bir şeyi ‘anlatmıyor oluşu’ çok açık Berk’in. Edip Cansever’in ‘madde’yi anlatıyor oluşuna ilişkin tespiti de çok muğlak gibi geliyor bana. Rilke’nin ‘Şey Şiirleri’ bağlamında yaptığı şeyi yapmaya çalışan Edip Cansever değil İlhan Berk’ti oysa. Şiirin de resim gibi yapıldığının ayırdında olan bir şairdi o. Onu Haşim’in süreği (imtidâd) kılan özelliklerin başında da tastamam bu mesele geliyordu; şiir-resim ilişkisi. Şairin maddeyle kurduğu ilişkinin rasyonel ve irrasyonel düzeyde olmak üzere iki biçimi vardır. Edip Cansever şeylerin özüne ilişkin bir araştırma içerisinde değildi. İlhan Berk ise hem bakıyor hem de kuşku duyuyordu baktığı şeyin varlığından. Yani ki ‘yaşama’yı değil ‘yaşama düşü’nü göstermeye çalıştı. Anlatmayı beceremedi çünkü algıyla imgenin bir olduğunu biliyordu bazı şairler için.
İmge-tufan
“Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır” Aragon’a göre. Hem tufan hem de tufan sonrası dinginliğini içermeli şiir bana göre. Rasyonel olanla irrasyonel olanın aynı anda varolması gibi. Aragon’un Elsa’sının gözlerindeki fırtına öyleydi; –şiir!
Hareket
Kindî, ‘Âlemde bulunan her şey hareketlidir. Hareketse hâllerin değişmesidir’ der. Yûnus, Divan’ının en güzel şiirlerinden biri şöyle başlar: ‘Hak bir gönül verdi bana hâ demeden hayrân olur/Bir dem gelir şâdî olur bir dem gelir giryân olur’ Ve sonra şöyle der: ‘Bir dem gelir söyleyemez bir sözü şerh eyleyemez/Bir dem dilinden dür döker dertlilere dermân olur’ Ve sonra da şöyle der: ‘Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner tahte’s-serâ/Bir dem sanasın katredir bir dem taşar ummân olur’
Öyledir, bir dem gelir, her şey susar, yalnız Yûnus konuşur.
Yahya Kemal ve Baudelaire
Yahya Kemal’in şiir estetiğini büyük ölçüde Baudelaire’e borçlu olduğunu söylememiz mümkün. ‘Büyü Şiir’ adlı şu şiirindeki mısralar ve o mısralarda zikredilen şiirler bunu açıklar niteliktedir:
“Pâris’de genç iken koyu Baudelaire-perest idim.
Balkon’la, Yolculuk’la, Güzellik’le mest idim.”
Baudelaire’nin şiiri şairin ruhuna adeta ‘ulvî keder’ gibi sinmiş, Kötülük Çiçekleri şairinin hülyasında yarattığı gür defnelerle çevrili, afyonlu bahçelerle dolu o başka iklimin, o efsunlu cennetin bin türlü hazlarına râm olmuş, bir gün o diyara veda edip döndükten sonra şu beyti söylemek lüzûmunu hissetmiştir:
“Lâkin o bahçelerde geçen devreden beri
Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri.”
Şiiri Valéry’nin dediği gibi ‘büyü üretimi’ olarak telakki eden Yahya Kemal, denilebilir ki ömrünün sonuna kadar bilhassa eşyayı algılama tarzı bakımından Baudelaire’in poetikasına bağlı kalacaktır.
Bazı Şiirler Bekler Bazı Çağları
Calvino’nun, “Klasikleri Niçin Okumalı?” başlıklı soruya verdiği esaslı cevaplardan birisi şudur: “Klasikler, insanların, hiçbir zaman ‘Okuyorum’ demedikleri, genellikle ‘Yeniden okuyorum’ dedikleri kitaplardır. Bu durum, hiç değilse ‘mürekkep yalamış’ denen insanlar için geçerliyse de, gençler için geçerli değildir; çünkü gençler, dünyayla ve dünyanın bir parçası olan klasiklerle ilk kez karşılaştıkları bir yaştadırlar.”
“Hüsn ü Aşk” için gençlerin ‘okuyorum’ dediklerine, mürekkep yalamışlarınsa ‘yeniden okuyorum’ dediklerine pek rastlamayız. Daha ziyade akademinin tozlu tavan arasına atılmış bir eserdir “Hüsn ü Aşk”. Sonsuz bir yalnızlığa mı tek edilmiştir? Elbette hayır! Bazı şiirler bekler bazı çağları.
Verlaine ve Haşim
Zweig gibi bir biyografi yazarımız olsaydı onun Verlaine için söylediklerini Haşim için söylerdi hiç şüphesiz: “Eserlerinde hayat şiiriyle, ormanın sesiyle, rüzgârın öpüşüyle, sazların hışırtısı ve akşam karanlığının sesi ile bir olabilen bir şairdi.”
Haşim ve Narsisizm
Haşim, kendi ifadesiyle söyleyecek olursak “mehtap ışığı imal eden” bir şair değildir. Ona göre şair şiiri, sanatkâr sanatını izah edemez. “Bir siyah gözün bakışı ve bir taze ağzın gülüşü gibi, izah edilmeksizin kendiliğinden anlaşılan şiiri duymak için en ibtidâî asabî techîzâttan mahrum olan hoca”ları eleştiren Haşim, şiir estetiğinin ve dünya tasavvurunun merkezini teşkil eden ‘şiirde vuzuh’ meselesine şöyle açıklık getirir:
“… evvelâ vuzuhun ne demek olduğunu anlamak lâzım gelir. Hangi türlü zekânın anlayışı vuzuha mıkyas addedilmeli? Birisine göre açık olan bir şiirin diğer birisine de öyle görünmesi hiç lâzım gelmez. Zekâlar vardır ki, kâinatın ortasına atılmış sönük aynalardır. Bunların anlamadığı yalnız şu veya bu şiir değildir; sıkı meçhulât ormanları bunların zekâlarını ve ruhlarını her taraftan çevirir. Geceler içinde yanan bir ateş gibi, tepede durana belli olan mânânın, uçurumdakine nâmer’î olması kadar zarurî ne olabilir? Şair, umumî lisandan müfrez kelimeleri yeni mânâlarla zenginleşmiş, her harfi yeni ahenklerle tannân, reviş ve edası başka bir mıkyasa göre tanzîm edilmiş, hüsn, renk ve hayal ile meşbû şahsî bir lehçe vücuda getirdiği andan itibaren eserinin vuzuhu karie göre tahavvül etmeğe başlar. Zira vuzuh, esere ait olduğu kadar kariin de zekâ ve ruhuna taalluk eden bir meseledir. Her yerde olduğu gibi bizde de yevmî gazetenin tenbel alıştırdığı kari, şiirde kolay bir zevk bulamaz. Halbuki şiir, anlaşılmak için, ruh ve zekâ istidâdından başka çetin bir hazırlanma ve hattâ ziya, hava ve zaman şartları gibi müşkil birtakım hâricî avâmilin de yardımını ister. Şiirler var ki sular gibi akşamla renklenir ve ağaçlar gibi mehtabla gölgelenir, güneşin ziyasında ise bu aynı şiirler, teneffüs edilmez bir buhar olur.”
Hâşim’in tabiatındaki bu ‘isteyerek sapma’ dürtüsü ya da yetisi, onun kendini bir başka biçimde alımlamasının ilgi çekici bir yolu olabilir. Yani bakışımın bilinçli bir şekilde bozulması, gerçekliğin tersyüz edilmesi, Haşim dolayımında da çirkinliğin bir çeşit narsisizme dönüştürülmesi manâsı taşır mı?
Haşim’in pitoresk şiirinin deyiş yerindeyse ‘perspektifin hafifçe bozulmasıyla’ oluşturulduğuna ilişkin bir yoruma imkân tanıyan argümanları sıralamak mümkün görünüyor.