Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanındaki o kısa ömürlü yaratığın bahsinin açıldığı yerde biraz durup bekleyebilir miyiz; “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.” Sinemadan çıkmamış insanlar tarafından beş-on dakikada öldürülen o yaratığı, insanlarla barıştıran, ötekiyle uzlaştıran, başkalarıyla hemhal eden şey, Atılgan’ın imlediği üzere tam olarak neydi? İnsanın duygu dünyasını, ruh halini, düşünme biçimini, tesirli bir sarsıntıyla -kısa süreliğine de olsa- değiştirme büyüsüdür bu aslında, sinemanın büyüsü. Aynı kişi olması artık mümkün değildir. Gördüğü film ona bir şeyler yapmıştır çünkü. İyi bir filmin duyguları harekete geçirme gücü, yüksek potansiyelli bir gerilim taşır. Kamera ilgi çekici bir ayna yerine geçer bazen. Heidegger’in kamerayı, izleyiciye doğrultulmuş bir silah olarak betimlemesi gibi muazzam şeyler.
Bu hikâyenin başlangıcını, 1906 yılının Paris’ine, dünyanın ilk sinema salonu (sadece film gösterimleri için yapılan) olarak kabul edilen Cinema Omnia Pathe’nin açılışına kadar götürebiliriz aslında. Büyük bir heyecan ve merakla bilet alarak Düşler Salonu’na akın eden o şanslı kalabalığın, sinemanın varlığının ilk şahitleri olarak, beyaz perdeye yansıyan renklere dokunmak ve karşılarında bir rüya gibi akan görüntülerin gerçekliğini el yordamıyla test etmeye çalışmak gibi eylemlerde bulunmasının -bugünden bakarak bile- garipsenecek bir tarafının olmadığı kanaatindeyim. Hareket eden resimlere duyulan hayreti, bu görüntülere elle dokunma isteğini, yani yeniden üretilmiş o gerçeklikle temas etme arzusunu, insanın fıtratıyla kurduğu bağı hatırlamasıyla birlikte, rüyanın gerçek bir mekâna (sinema salonu) taşınmasının tabi sonucu olarak anlıyorum.
Sinema tek kişilik karanlık koltuklarda, perdede vaaz edilen rüyayı birlikte tabir etme etkinliğidir. Büyüsü burdan başlar. Yalnız başına ve kitleseldir. Sinemaya hala inanıyoruz. Çünkü kaçışların en cazibelisi. Hikâye dinlemenin o keskin belirleyici etkisinden bağımsız değil elbette bu. Kaçmaya yeltenenleri terkisine atıveriyor hemen. Böylesi bir rüzgâra/teklife kapılmamak zor. Film seyretmek bir türlü dolmayan o boşluk duygusuna deva olmuyor, eksikliği tam etmiyor, içimizdeki fırtınayı dindirmiyor. Ama kurban ile avcı arasındaki mesafeyi anlamak için, taraf olmak için, uzaklaşmak için, uzlaşmamak için, korkmak, gülmek, doyasıya ağlamak, huzur bulmak, huzurumuzu kaçırmak, yola revan olmak ve perdedeki bedenlerin yerine/içine kendi ruhlarımızı yerleştirerek bir süreliğine de olsa kendi gerçekliğimizden kurtulmak/çıkmak için film seyrediyoruz. Ve bunların hepsini oldukça korunaklı bir alanda, yani karanlık bir salonda gömüldüğümüz o rahat koltuklarda tecrübe edebilmek gerçekten çok kışkırtıcı bir teklif olmalı ki, hemen kabul ediyoruz bunu. Son sahne bittiğinde, ışıklar yandığında, jenerik akmaya başladığında da kendi hayatlarımıza geri dönüyoruz, gidiş-dönüş olarak kesilmiş epik biletiyle, film izlemek çok konforlu bir rüya.
Filmleri tecrübe ettiğimiz mekânın kendisi, rüya-masal arasındaki o büyünün anahtarı. Bize ateş başında toplanıp hikâye dinlediğimiz zamanları hatırlatan bir anahtar. Peki, hikâyenin sonuna mı geldik? Yani bildiğimiz dev perdeli karanlık salonlar ömrünü tamamladı mı? Evdeki çok seçenekli ekranların karşısına mı geçeceğiz artık? Seyir zevki, buraya çağırıyor hepimizi. Sinemanın büyüsü bozuldu evet. Ama varlık gerekçesini kaybetmedi elbette. Kamera, izleyiciye doğrultulmuş bir silah olmayı sürdürdükçe, sinemadan çıkmış insan mekânı da aşarak yaşamaya devam edecektir.