Tiyatro ve sinema arasında hibrid bir dünyanın tasarlandığı, kurgunun aktarımının başka bir kurgu içinde kemik bulduğu iyi bir tiyatro oyunundan bahsedeceğim. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden. Oyunun görüntü yönetmenliğini Ahmet Sesigürgil, sahne ve dekor tasarımını Gamze Kuş üstlenirken müziklerinde Tuluğ Tırpan imzası yer alıyor. Serkan Keskin siz daha ne olduğunu anlamadan, hayatın kendisi gibi, birden sahnede beliriyor ve oyunun içerisindesiniz. Dünya gibi.
Sahnenin içinde elips şeklinde beliren aynanın önünde duran oyuncuya, raylı bir sistemin üzerinde hareket ederek ulaşan bir dekor tasarımı dikkat çekiciydi. Bu fikir sahnede tek başına uzun bir performans gerçekleştirecek Keskin’in neredeyse uzvu oluyor aynı zamanda romanın katmanlarından biri olan zamansal geçişleri açığa çıkararak oyunun zamansal geçişinin de simgelerinden biri halini alıyor. Bu raylı dekor mekanizması her karakter değişiminde hareket ederek dekor, kostüm, aksesuar taşıyor; bazen yürüyüş bandı, bazen mahkeme kürsüsü, bazen karyola, bazen yemek masası olarak şekil alıyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın zamanın da ötesinde derin kişiliği, bürokrasi eleştirisi, kendine dönük ve kendinden taşan kargaşası içerisine böylelikle çekiliyorum bile.
Enstitü’yle karşılaşma
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün edebiyat fakültesi okumayan öğrenciler dışında dönemin sosyal medyaya uzak kendi haliyle alakalı olarak tabii, başka bir yeri vardı. Çünkü henüz Tanpınar’ın kendi deyişiyle “sukut suikastı” yeni yeni dağılmış, kitap okuyanlar, araştırmacılar arasında kendine yer açmıştı fakat “bilinen” kitaplar haricinde yazara karşı bir alaka yoktu. İnsanlar Tanpınar okuyordu ama Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü değil. Tanpınar’ı bu kitaptan bilen okurların gizli bir anlaşmasıydı Enstitü. Yani iyi okurları bir araya getiren “diğerleri”nin haberi olmadığı bir kitabı, ötekinin biliyor olmasının verdiği sessiz huzuru yaşadığımız kitaplardan. Yankı ruhları birbirine çeker. Bazı kitapların diğerinde yankılanarak insanları tanıdık kıldığı bir dönemdi işte.
Ben fakültede bu kitapla karşılaştığımda Tanpınar’ı başka bir şekilde karşıladığımı fark etmiş, kitabı aklımdan bugüne kadar çıkaramamıştım. Bir tiyatro afişinde Enstitü’yü görünce heyecanlanıp bu sefer Tanpınar’ın karşısına geçip onu seyretme fikrinin kendisine kapılıp gitmiş tiyatro salonunda yakın arkadaşımla yerimi alarak, “peki nasıl olacak bu seyir” diye düşünmeye başlamıştım. Tanpınar’ın 1954 yılında yazdığı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü Serkan Keskin performansı ve Serdar Biliş’in yönetmenliğinde seyredecektim ve bu benim için epey yeni bir tecrübeydi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kült romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün ilk kez tiyatro sahnesine taşındığı yerdeydim.
Roman karakterinin hakikati seyir
“Hayatımı düşündükçe daima kendimde seyirci haleti ruhiyetisinin hakim olduğunu gördüm.” diyen Hayri İrdal kendi parodisiyle karşımdaydı. Kim kurgu, gerçeklik ne anlayamadan oyuna dahil olmaya başladım. Zamanın akıp gittiği ve gündelik telaşın galip geldiği bu an’a Tanpınar hakim olmuş ve saatlerimizi bu oyuna ayarlamıştı işte.
Romandaki katman katman karakter zenginliği Serkan Keskin’in elli elli beş karaktere bürünerek, teknik olarak zor bir oyunu, dekor ve kostümle uyumla tek kişilik dev bir performansla sergilemesi dikkatleri bir an olsun oyundan uzaklaştırmadan oyunda kalmamıza sebep oldu. Röportajlarından birinde birçok karaktere tek başına girmenin zor tecrübesinden bahseden Keskin “Pakize’yi sevmiyorum ve onun ben olduğunu fark ediyorum” derken yazar ve sanatçının yaratım süreçlerindeki benliklerinin bölünmesine yakın tanıklığını anlatıyor aslında. Serkan Keskin’i bu oyunda yücelten şeyin oyunun ve romanın karakterleriyle bu denli özdeşleşmesi kesinlikle. Ki sevdiği karakterler sorulduğunda Hayri İrdal’ı belirtmesi Serkan Keskin’in Tanpınar’ı da karşıladığının detayıydı bence. Çünkü Tanpınar, mektuplarındaki mizah anlayışıyla, kendisiyle de durmadan dalga geçerek şakalaşıp, öte yandan günlük işlerini halletmesi, günlüklerinde kendiyle hesaplaşmasıyla, kendinden memnuniyetsizliğiyle Hayri İrdal gibiydi. Tanpınar’ın birinci tekil şahsın ağzından yazdığı tek romanı Hayri İrdal’ın sesi, zihni, bizzat Tanpınar’ın sesi, Tanpınar’ın zihninin ta kendisiydi. Serkan Keskin de İrdal’ı yakalamıştı işte.
Ayna, zaman ve Tanpınar
Çetin bir eserden bahsediyoruz nitekim Hilmi Ziya Ülken de, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü bir roman olarak direkt insan içindir ve ihtiyacı olan herkese muazzam bir hakikati muazzam bir neşe içinde sunmaktadır bugün de. Hiç ama hiç yabancısı olmadığımız, kadim ve kısa bir hakikattir bu: Nosce te ipsum!” diyerek insanın en derin hakikatini çağıran bu arayışı hatırlatıyor.
Gayet cüretkâr rejinin, çağdaş sanatla da harmanlayarak ortaya koyduğu bu oyun, oyunculuğa ve reji fikirlerine sıkıca bağlı kalarak son dönem tercihlerinden farkını ortaya koyuyor. Ünlü kalabalıklığına sırtını dayamayarak romana odaklanmış bir yaklaşımı seçmeleri nitelikli bir iş çıkarmalarını sağlarken okur kıskançlığını da alt edici gücü üzerine alıyor kolaylıkla. Evet Tanpınar da tıpkı böyleydi diyorsunuz Serkan Keskin’i izlerken. Tüm ekibin klişe ve Keskin’in geçmiş oyunculuğunun “benzer”liğini aşması, kendinin üzerine taşması izleyiciler nezdinde ve oyunu benzer bir memnuniyete çağırıyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanının kendisi hem roman ve teatrallik ilişkisi hem de uyarlama pratiği ve eleştirisi üzerine yeniden, üstelik verimli, heyecan uyandırıcı bir düşünme sahası daha açıyor izleyicide.
Tanpınar içiyle çatışan yazarlardandı elbette. Sık sık andığı yazarın temel izlekleri kadın, musiki, rüya ve en önemlisi ayna. Sahneyi izleyicileri ve oyuncuyu, Tanpınar’ı karşılaştıran ve yansıtan dev bir ayna gibi düşünebiliriz. Elips şeklindeki aynayı hemen girişte anmıştım. Zamanı aynalardan ve kendi suretine korkarak bakan Hayri İrdal’dan anlamak bir hafızayı aratıyordu seyirciye. Hayri İrdal’ın mı, Tanpınar’ın mı, yönetmenin mi, oyuncunun mu? Kimin hafızası bu?
Kostümlerden sahne tasarımına, ışıktan karakter yaratımına, kelimelerden jest ve mimiklere 12 gün süren set çalışmasının, akan bir filmin içine giren çıkan Serkan Keskin’in performansı bir delilik gibiydi adeta. Çünkü her yaratım süreci içinde delilik barındırır ve bu sürece tanıklık büyüleyiciydi.