Tarihin, doğanın ve hatıraların izinde bir Bosna Hersek gezisi

/
13 dakikada okunur

Stendhal 1817’de Floransa ziyaretinde yaşadığı deneyimi anlatırken yüce bir güzellikle ve göksel hislerle karşılaştığını ifade eder. Onun ziyaretinden yaklaşık 150 yıl sonra Floransa’yı ziyaret eden ve şehirdeki sanat eserlerinin güzelliğinden dolayı büyülenerek yoğun duygusal hisler yaşayan kişilere de psikiyatristler tarafından Stendhal Sendromu tanısı konulmaya başlamıştır.

Şehirlere atfedilen sendromlar sadece Floransa’ya özgü değil. Bunlardan belki de en çok bilineni, Kudüs’ü ziyaret ettikten sonra şehrin manevi atmosferinden etkilenerek halüsinasyonlar görmeye başlayan kişiler için kullanılan Kudüs Sendromu tanısı.

İlk defa 2021’de ziyaret ettiğim Saraybosna’da duyduğum hisleri ve sonrasında yıllarca içimde taşıdığım özlemi o günden beri Saraybosna Sendromu olarak isimlendiriyorum. Avrupa’nın Kudüs’ü olarak tanımlanan bu şehre yaptığım ilk ziyaret kışın soğuk ve karlı günlerine denk gelmişti ve şehir, tüm sakinliği ve atmosferi ile mistik bir havaya bürünmüştü. O günden beri Saraybosna ve Bosna Hersek üzerine yaptığım okumalar ve izlediğim filmler ile bu ülkeyi yeniden ziyaret etme isteği içimde gittikçe büyüdü ve geçtiğimiz ay kendimi yeniden Saraybosna’da buldum.

 

Saraybosna’yı bir tepeden seyretmek

Yazın en sıcak ve yoğun günlerini yaşayan Saraybosna’da bu kez farklı milletlerden yoğun bir turist kalabalığı beni karşıladı. Şehrin tüm anıtları bu kalabalığa kucak açmış vaziyetteydi bu kez. Şehrin kalabalığından sıyrılarak Sarı Tabya’ya (Žuta Tabija) doğru yürüdüm ve şehir tüm güzelliği ile gözlerimin önündeydi. 18. yüzyılda inşa edilen bu savunma kalesi şehri en iyi gören noktalardan birinde bulunuyor. Bugün ise Saraybosna’da gün batımının en güzel seyredildiği noktalardan birisi olarak görülüyor ve akşamüstleri ziyaretçi akınına uğruyor. Bir rivayete göre kalenin isminin Sarı Tabya olması da güneşin batmaya yakın kalenin duvarlarında bıraktığı sarı renk.

Saraybosna’nın manzarasını başka bir noktadan seyretmek için sonraki gün Trebeviç dağına giden teleferiğe biniyoruz. Burası 1984 Kış Olimpiyatları sırasında çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapan, bugün ise kış sporları ile ünlü bir dağ. Şehir merkezinden teleferikle 10 dakikada ulaşılabilen zirvede hava öylesine temiz ve ferah ki, şehre bu kadar yakın olduğunuza inanamıyorsunuz.

Şehre döndüğümüzde Pekara Imaret’ten kifla ve çeşitli hamur işleri alıp kahvemizi içmek için Morića Han’a uğruyoruz. Burası 16. inşa edilen o dönemin en önemli hanlarından birisi. Bugün ise zemin katında kafeler ile hediyelik eşya dükkanları, üst katında çeşitli ofisler bulunuyor. Aliya İzzetbegoviç’in de mensubu olduğu Genç Müslümanlar hareketinin yönetim ofisi bunlardan birisi. Bugün de hanın üst katında hareketin geçmiş yıllarına ait fotoğraflar sergileniyor. Cezve ile birlikte servis edilen ve kulpsuz fincanlarla içilen Boşnak kahvesini tatmak için benim önerim Morića Han.

Suyu kaynağından içmek

Saraybosna’da bir öğleden sonrasını Vrelo Bosne’ye ayırmayı planlıyoruz. Şehirden yaklaşık yarım saatlik bir tramvay yolculuğu sonrası Ilıca’ya (Ilidža) varıyoruz. Burası Saraybosna şehir sınırlarının dışında ama doğal olarak şehrin bir parçası haline gelmiş, oldukça gelişmiş ve modern bir bölge. Ilıca’dan ayrılıyor ve etrafı ağaçlarla kaplı bir yolda yaklaşık bir saat yürüyerek Vrelo Bosne parkına varıyoruz. Vrelo kelimesi Boşnakçada “kaynak” anlamına geliyor ve bu da Bosna Nehrinin kaynağında olduğumuzu gösteriyor. Burada ağaçlar ve bitki örtüsü öyle sık ve yoğun ki öğle saatlerinde bile akşamüstü alacakaranlığını yaşamak mümkün. Nehrin farklı kaynaklardan nasıl doğduğunu ve tüm park boyunca kıvrılarak aktığını görüyor, hayatımda ilk kez bir nehrin kaynağından kana kana su içiyorum. Kayaların altından buz gibi kaynayan bu su hayatımda içtiğim en lezzetli su olabilir.

Yeşilin ve mavinin tonlarına yolculuk

Saraybosna’dan sonraki ziyaret noktamız, Vezirler Şehri olarak bilinen Travnik oldu. Erken saatte ulaştığımız Travnik’te çay bahçesini andıran bir restoranda yolculuğun yorgunluğunu atmak için birer kahve söylüyoruz. Öğreniyoruz ki Travnik’te kahve geleneksel olarak süt ve sigara ile birlikte servis ediliyor. Şehirde ayrıca şimdiye kadar tattığımız en güzel “ćevapi”yi yiyoruz. Ćevapi Balkan ülkelerine özgü bir çeşit köfte fakat her bölgede farklı çeşit etlerden yapılıyor ve doğranmış soğanla, bazen ise tuzlu kaymak ile servis ediliyor.

Yeme içme faslından sonra Travnik’in sakladığı güzellikleri keşfe çıkıyoruz. Yemyeşil tepelerin ortasındaki şehre hâkim bir noktada bulunan kale ilk durağımız. Kale 14. yüzyılda dönemin Bosna kralı tarafından inşa edilmiş, Osmanlı fethinden sonra yapılan eklemelerle bir Osmanlı kalesine dönüşmüş. Kale öyle sarp bir kayanın üzerine inşa edilmiş ki, etrafını saran hendeğin üzerinden geçmek için kullandığımız köprüde dururken bu kaleyi ele geçirmenin ne kadar zor olacağını hayal ediyorum. Travnik’te görmeye değer bir başka Osmanlı eseri ise Alaca Cami. 16. yüzyılda inşa edilen ve içindeki kalem işçiliği muazzam olan caminin alt katında, cami vakfına gelir getirmesi için inşa edilen altı adet dükkân hala işlevini sürdürüyor.

Travnik’te uğradığımız son nokta, Nobel ödüllü yazar Ivo Andriç’in doğduğu ev. Kitaplarında Bosna Hersek’in tarihini ve toplumsal yapısını işleyerek ülkeye ve insanlarına dair önemli bir perspektif sunan yazarın fotoğrafları, ilk baskı eserleri ve farklı dillere çevrilmiş kitapları ile çeşitli hikayelerine dair canlandırmalar müzede bulunuyor.

Travnik’ten sonra bir buçuk saatlik yolculukla Jajce’ye (Yaytse) varıyoruz. Şelaleleriyle ve su değirmenleriyle meşhur bu şehir aynı zamanda Yugoslavya Cumhuriyetinin kurulduğu yer olarak da biliniyor. Ülkenin kuruluş aşamasında önemli toplantılardan birisinin gerçekleştiği bina bugün Ulusal Kurtuluş Mücadelesi Müzesi olarak hizmet veriyor. Jajce’de bulunan Pliva Şelalesi ise, Avrupa’nın en güzel şelalelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Şelalenin birkaç kilometre ilerisinde efsanelere konu olan Jajce su değirmenleri bulunuyor. Şehir su konusunda o kadar şanslı ki, burada yaşayan her aile kendi ununu elde etmek için küçük bir değirmen inşa edebilmiş. Zamanla değirmenler işlevini yitirince çevresindeki alan bir parka dönüştürülmüş, bugünlerde ziyaretçilerin ilgisini çekiyor.

Suyun kaynağında tefekkür

Bosna Hersek’i önceki ziyaretimde gitmeye niyetlendiğim fakat fırsat bulamadığım Blagaj’a (Blagay) ise bu kez sıcak ve nemli bir havada ulaşıyoruz. Bu küçük kasabayı önemli hale getiren, Buna nehrinin kaynağı ile kaynağın hemen yanına inşa edilen Blagaj Tekkesi, diğer bir ismi ile Alperenler Tekkesi. Neretva nehrini besleyen Buna nehrinin kaynağı, Avrupa’da tek bir kaynaktan en fazla suyun çıktığı yerlerden birisi olarak biliniyor. Nehir yüksek ve sarp bir kayalığın içinden usulca akıyor gibi görünse de 100 metre derindeki kaynak o kadar da sakin değil. Nehrin kaynağındaki küçük mağaraya girdiğimizde altımızda kaynayan suyun kudretini hayal ediyor, Blagaj tekkesinin girişine yazılan Enbiya Suresi’nin 30. ayetindeki “biz canlı her şeyi sudan yarattık” ifadesini tefekkür ediyoruz.

Tekke nehrin kaynağının hemen yanına inşa edilmiş ancak arkeolojik çalışmalar aynı yerde geç antik dönemden beri bir tapınak bulunduğunu gösteriyor. Tekkenin Osmanlı fethinden hemen sonra inşa edildiği söylense de kimi rivayetler fetihten önce Sarı Saltuk’un dervişleri tarafından buraya bir tekke inşa edildiğini söylüyor. Sarı Saltuk’un birçok yerde rastlayabildiğimiz türbelerinden birisi de bu tekkede bulunuyor. 

Yıllar boyu hayalini kurduğum bu gezi yavaş yavaş sona ererken, burada geçirdiğim her güzel an bir fotoğraf karesi gibi tekrar tekrar gözümün önüne geliyor. Bosna Hersek’ten ayrılırken hafızamda bolca anıyı, çantamda bolca kahveyi ve gönlümde şimdiden beliren derin bir Saraybosna özlemini beraberimde getiriyorum.

Önceki Yazı

Türkiye’de sanat tartışmaya kapalı (mı?)

Sonraki Yazı

Marifet dili Türkçe!

Son Yazılar