(Sorunun yanıtını son paragrafta vereceğim sayın okur, o ana kadar heyecanla okumanızı tavsiye ederim…)
Yıl 1953. Dünyanın bir köşesinde Kore Savaşı olurken İstanbul’un ortasında İstanbul Üniversitesi’nde gençler de tiyatro yapma telaşındalar. Bu gençler sahneye kendilerini atıp oynama duygularını tatmin etmek yerine önlerine zorlu sorular atıp, zorlu engeller aşmak istiyorlar. Kim bu gençler? Tarih onların adlarını Vasıf Öngören, Nuran Oktar, Yurdaer Erşan, Cüneyt Türel, Metin Serezli de dahil onlarca isimle birlikte kaydediyor.
Bu gençler tiyatro işi için soyunurken önce çevrelerindeki örneklere bakıyorlar. Resmi, devlet desteği ile yapılan bürokratik ilişkiler üzerine kurulu tiyatroyu beğenmiyorlar. Öncelikle sahnesini beğenmiyorlar, ardından seçilen oyunları ve sahnede yorumlanışını, oyunculukları beğenmiyorlar. Değiştirmenin yollarını aramaya koyuluyorlar. Yeni metinler var edilmesi gerektiğini düşünerek yollara düşüyorlar. Yeni metinler için kaynak ararken Anadolu’ya çeviriyorlar gözlerini. Anadolu’da çok zengin destanlarla, halk hikayeleriyle karşılaşıyorlar.
Bir yandan geçmişte var edilmiş toplumsal hayatı ele alan metinler üzerinde çalışırken öte yandan Anadolu’nun bağrında halk arasında anlatılan destan ve öykülerden yola çıkan oyun metinleri var ediyorlar. Bir yandan da bu var ettikleri metinleri değişik sahneleme ve oyunculuk biçemleriyle zenginleştirmeye çalışıyorlar.
Kendi aralarında yaptıkları tartışmalarda kaynak yokluğu onların bellerini büken en önemli sorun. Bu soruna çözüm bulmak üzere Batıda o yıllarda yapılan genç, amatör tiyatro şenliklerine gitmenin yollarını arıyorlar. Binbir zorluğu göğüsleyerek 50’li yıllarda Almanya ve İtalya’daki şenliklere katılıyorlar.
Burada izledikleri değişik oyun denemeleri dünyalarını altüst ediyor. Dil bilmemelerine rağmen oyun üreten gençlerle sıkı bağlar kurarak henüz bizim ülkemizde o yıllarda bilinmeyen bir dolu kaynağa ulaşıyorlar. Bu gençlerden dördü Vasıf Öngören, Aras Ören, Hitay Daycan ve Nuran Oktar bir şenlik sonrası ülkeye dönmeyerek Almanya’da kalıp araştırmalara girişiyorlar. Grubun yol göstericisi Vasıf Öngören, arkadaşlarının önüne “Biz buraya tiyatroda sistem sorununa bir yanıt aramaya geldik. Hep bu soruya yanıt aramaya çalışalım” biçiminde bir perspektif koyuyor. Berlin’de “Politik Tiyatro” üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Erwin Piscator’la tanışıyorlar.
Piscator onlarla yakından ilgileniyor, sorunlarını dinliyor. Ardından deneyimlerini daha da geliştirecekleri Doğu Almanya’da o günlerde yeni kurulmuş Berliner Ensemble topluluğuna yönlendiriyor. (Bu satırların yazarı fakir müellifinizin yolu da bir gençlik oyunları yarışmasında Berliner Ensemble ve son yıllarda karşılaştığım en iyi Arturo Ui yorumunu gerçekleştiren büyük aktör Martin Wuttke ile çakışmıştır. Başka bir yazıda bu deneyim ve yaşadıklarımı sizinle paylaşabilirim sevgili okur.)
Berliner Ensemble da o yıllarda yönetici olan Helene Weigel’e tanışıp provaları izleme olanağı buluyorlar. Vasıf Öngören burada izlediklerinden sonra Brecht’in “Diyalektik Tiyatro”sunu Türkiye orjinalitesine uygulamak üzere kafa patlatmaya başlıyor. Uzun yıllar süren çalışmalar içinde önce Almanya’ya çalışmaya gelen insanların serüvenlerinden yola çıkan “Göç” daha sonraki adıyla da “Almanya Defteri” oyununu kaleme alıyor.
Vasıf Öngören o günlerde kaleme aldığı “Tiyatroda Sistem” adlı yazısında perspektifini şöyle anlatıyor:
“Sanayi devriminin getirdiği büyük yapı değişiklikleri, her çeşit görüş ve anlayışta da önemli değişiklikler yaptı. Edebiyattaki natüralist anlayış bunun tipik bir örneği sayılabilir. Kısa zamanda meydana gelen bu değişik anlayış ve gelişmekte olan burjuva devrimi, sahneyi de etkilemekte gecikmedi. Örneğin, 1887’de Antuan, bu iki hareketin neticesi olarak, sahnede ilk kez doğal ve günübirlik oyun tarzını denemekle, yeni ihtiyaca cevap aramaktadır. Bu, yazarın dışında, sahnenin olanaklarını günün şartlarına uydurmak zorunluluğundan doğmuştur. Sahnenin kendi olanaklarını zorlaması ve günün şartlarına uydurabilme çabası, sahnenin sistemleşme sürecinin başlangıcıdır. Hızla değişen dünyaya ayak uydurmaya çalışan sahne, Rusya’da ve Stanislavski ile sistemleşir. Sistem, çağdaş toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilmek için, sahnenin kullanmak zorunda olduğu, zorunlu anlayıştır. Sahnede bu anlayışın gerçekleşebilmesi sahneye koyucunun varlığına bağlıdır. Sistem, sahnenin çağdaş ihtiyaçlara cevap verebilmek için geçirdiği en önemli yapı değişikliğidir. Çağdaş tiyatro anlayışının “sistem” olduğunu belirtmek ve altını kalınca çizmek gerekir.”
Vasıf Öngören bu perspektifle “Asiye Nasıl Kurtulur?”, “Oyun Nasıl Oynanmalı?”, “Zengin Mutfağı” ve “Yeni Nesil” diye oyunlar üretti. Bu oyunlar ülke tiyatrosuna yol gösteren birer yapı taşı oldular.
Vasıf Öngören ülke tiyatrosunu da eleştirirken tiyatro yapanların “tiyatroda sistem” sorununu kavramadıklarına dikkati çekiyordu.
Öngören, şunları söylüyordu; “Ülkemizdeki sahneler, günümüze kadar sistem konusuna eğilmediler. Genel kültürel yapının kesin şartlanması içinde, bir sistemi kendi adına kullanmayı, hiç düşünmediler. Batının geliştirdiği tiyatro olaylarını ve uygulanmış örnekleri ülkeye taşımak, sahnelerimizin tipik karakteri oldu. Bunun Batılılaşma hareketi içinde genel düşünceye benzerliği hemen dikkati çeker. Şapka giyerek Batılılaşan bu ülkede, elbette Batıdaki örneklerin olduğu gibi sergilenerek, Batı tiyatrosu düzeyine çıkılacağı anlayışı, tek hakim tiyatro anlayışı olacaktı. İşte bu yüzden, ülkemizdeki tiyatro, Batı tiyatrosunun gölgesidir. Kımıldadığı, yer değiştirdiği görülür, fakat varlığı ve izi yoktur.”
İşte, 1953’te Gençlik Tiyatrosu çatısı altında yola çıkan gençler az gidip uz gittiler. Çok çalışıp didinerek, kimi zaman aç kalmayı göze alarak ülke tiyatrosunu bir yerden alıp bambaşka yerlere taşıdılar. Hem oyun yazarlığı hem tiyatro yaklaşımları pek çok gelişme kaydetti onlardan sonra. Bu çabalar ülke tiyatrosuna Avni Dilligil, Ulvi Uraz gibi ustaları kazandırırken onlar da Zeki Alasya’dan Metin Akpınar’da ve Kemal Sunal’a bir dolu öğrenciler yetiştirerek ülke insanının hala hafızasından silinmeyen sanat yapıtlarını tiyatro geçmişimize armağan ettiler.
Kökünde muazzam bir söylence, masal ve destan geleneği bulunan güzel tiyatro ağacımız çelişerek, gelişerek yeni sürgünler ve yapraklar vermiş, vermeye de devam etmektedir. Fikrin özünde dönüp geldiği yer yine muazzam köy seyirlik ve tiyatro geleneğimizdir. Yeni solukların çıkacağı, yeni kalemlerin Dünya tiyatrosu ile geleneksel tiyatromuzu sentezleyerek muhteşem metinler oluşturacağı yer tam da bu kavşaktır. Geleneksel olanla kavga etmeden, büyük batı tiyatrosu deneyimini es geçmeden kültürlerin kavşağında durarak ses vereceğiz yeni karakterlerimize, oyun kişilerimize…
Bu sesi duyacak ve peşinizden gelecek saygın ve meraklı seyircileriniz de var, daha ne isteriz değil mi?