Kahramanmaraş merkezli depremler 11 ilimizde ağır hasar bıraktı. Yaralar sarılırken bir yandan da yeniden aynı acıların yaşanmaması için konut mimarisi, şehirleşme ve hepsinin yanında “Türk evi” gibi konular tartışılıyor. Toprak yapının Türkiye’nin çözümü olduğuna inanan mimar Serkan Duman ise Türk evi tartışmalarına yeni bir boyut getiriyor. Yeniden düşünmemiz gereken rotayı “Sağlam olması için yapılan bu yapılar, ayaktayken değil yıkıldığında sağlam oluyor. Bu nedenle yapılaşmayı, konut tipini yeniden düşünüp, toprağa, geleneğimize dönüş yapmalıyız” ifadeleriyle anlatıyor.
Geçtiğimiz ay yaşadığımız Kahramanmaraş merkezli depremler ülkemizde silinmesi zor izler bıraktı. 11 ilimizde binlerce vatandaşımızı kaybettik, binlerce vatandaşımız yaralandı. Yine aynı şekilde binlerce yapı enkaza dönüştü ve binlerce yapı da ağır hasar aldı. Bu afetin bıraktığı hasarı tamir etmek oldukça uzun bir zaman alacak. Durum bu kadar netken yapı stoğumuz, şehirleşme sorunlarımız, ev algımız tartışılmaya başladı. Uzun yıllardan bu yana toprak yapı üzerine çalışmalar sürdüren mimar Serkan Duman’la bir araya gelerek bu konuları masaya yatırdık. Duman, bugünkü problemlerimizden kurtulmak için toprağın önemli bir şans olduğunu belirtirken Türk evi tartışmalarına da yeni bir boyut getiriyor: “Türk evi değil Müslüman evi.”
Kahramanmaraş merkezli depremler sonrasında geleneksel konut tipimizle ilgili tartışmalar başladı. Bu bağlamda “Türk evi” de mevcut durumdan çıkış anahtarı olarak gösterildi. Türk evi nedir? Mimari olarak nasıl yapıdır?
Türk evi diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Söz konusu olan Müslüman evidir. İslam coğrafyasındaki evlerin birbirlerine çok benzediğini görüyoruz. Teolojik anlamda yaşam pratikleri benzer olduğu için konut biçimlenmesi de birbirine benziyor. Doktora sürecimde bir derste bununla ilgili bir tartışma yaşamıştım. Benim bu iddiamı o dersin hocası desteklemedi. Ama bir hafta sonra İspanyol bir arkadaş, bizim geleneksel ev tipimizin İspanya’da Endülüs’ten kalan evlere çok benzediğinden bahsetti. Burada iklimden, coğrafyadan, malzemeden kaynaklı değişimler söz konusu olabilir. Ama değişmeyen bazı ana unsurlar var; mahremiyet algısı, avlu, evin dışa kapalılığı gibi… Bugün ahşap çatkılı, kerpiç dolgulu konutlara Türk evi deniyor. Ancak bu ev tipinin Balkanlar’da daha çok olduğunu ve oradan Anadolu’ya yayıldığını fark ediyoruz. Doğu’ya doğru gittiğimizde de ise evlerin değiştiğini görüyoruz. O halde biz onlara ne evi diyeceğiz? Burada tabii “her Müslüman Türktür” tartışmaları da hatırlanabilir. Ancak ben böyle bir şey söylemiyorum. Türk evi denirken söylenmek istenen aslında geleneğimize uygun konut tipidir. Coğrafya değiştikçe evin malzemesi değişse de az önce söylediğim gibi ana unsurlar değişmiyor. Özetle eğer biz bu ev tipini bir etiket altında toplamak istiyorsak buna Türk evi değil, Müslüman evi demeliyiz. Libya’ya gittiğinizde evlerin gölge ve güvenlik ihtiyacı için birbirine yanaştığını görürsünüz. Aynısı Malatya Balaban’da da vardır. Ancak yağışı bol yerlerde saçakların ve yolların genişlediğini görürsünüz. Benzerliği koruyan ise yaşantı ve prensiplerdir.
Bu noktada Sedad Hakkı Eldem’in Türk evi tanımını nasıl yorumlamamız gerek?
Geleneksel Türk evi üzerine Sedad Hakkı Eldem’in önemli çalışmaları var. Kendisi ahşap ağırlıklı olan sistemi Türk evi olarak tanımlıyor. Ancak bana kalırsa bunun nedeni kendisinin yaşadığı dönemdeki modernist sistemin bunu dayatmasıdır. Batılı düşünce sistemi bu tür kümelendirmeleri sever. Çünkü algılaması kolaylaşır. Farklı olanları da görmezden gelmeyi çok sever.
Peki Sedad Hakkı Eldem’in de bahsettiği ahşap çatkılı sistem bugün için uygun bir sistem mi?
O yapıların duvar kalınlıkları 13-14 cm’dir. Bu kalınlıkla modern insanın apartmanda alıştığı yaşam standartlarını, konfor alanını koruması mümkün değil. İnsanlar geleneksel yapılarda oturmak istiyor ama o evlerin konfor alanlarından çok uzak olduğunu bilmiyor. Kendi alışkanlıklarını da bırakmak istemiyorlar. Dolayısıyla bu tip evler inşa ettirdiklerinde genelde sadece “tip”i geleneksel oluyor. Görüntü oluşturulur ama gerçekten geleneksel bir yapı olması söz konusu değildir.
Son günlerde Sedad Hakkı Eldem’in Unkapanı’ndaki SSK için tasarladığı yapıların satışa çıkarılacağı duyuruldu ve bu yapılar bir anda gündeme geldi. Yıllar önce Doğan Tekeli ile yaptığım bir söyleşide, bu yapılar ile tam karşısında yer alan ve kendileri tarafından tasarlanan İMÇ binalarının bize “karşılıklı” olarak neler söylediğini konuşmuştuk. Tekeli, Eldem’in binalarının “üniformalı olduğu için bozulmadığını” belirtmişti. Ancak aynı nedenden ötürü de hayatın içinde kalamadığını söylemişti. Konumuz tam olarak bu değil, ancak sizin ne düşündüğünüzü de merak ettim…
Bence Eldem’in o yapıları çok değerlidir. Görsel olarak bir “Türk evi” kurulmuştur. Ana amaç ise modern malzemeyle gelenekle bağ kurmaktır. Kendi konsepti içerisinde başarılı bir deneme olduğunu düşünüyorum.
2000 öncesi apartmanlaşmada geleneğin izi var
Zihinlerde yer alan Türk eviyle, gerçekte olanın başka olduğunu söylemiştiniz. Peki bugün o gerçek geleneksel evimizi yeniden hayata geçirmemiz mümkün mü?
Bu noktaya yaklaşmak için mekânsal kurgu üzerine düşünmemiz gerekiyor. Eskiden inşa edilen yapılarımızda şu özellikler öne çıkıyordu: Dışa kapalılık, içe dönüklük, mahremiyet, insanın hayatının organize eden dini ve kültürel kaideler… (Tabii bunlara sahip olan yapılar genellikle nitelikli konutlardı. Çoğu insanın tek odalı konutlarda yaşadığını da göz ardı etmeyelim.) O günkü çalışma şartları, iklim, coğrafya, ekonomi, güvenlik de işin içine giriyordu. Eğer biri hayvancılık yapıyorsa, evinin yanına veya altına buna uygun alanlar yapıyordu. Aslında geleneksel yapıdan kastımız, henüz moderniteyle buluşulmadan önce yapılmış yapılardır. Moderniteyle beraber zihin dünyamızı da değiştirdik. Değişen zihin yapımızla beraber gelişen teknoloji yardımıyla evlerimiz de değişti. Ben şu an şehirlerimizdeki 2000 öncesi apartmanlaşmayı geleneksel kodlardan çok da farklı görmüyorum. Aynı geleneksel kodlarla sadece betonun getirdiği pratiklik ve kat çıkma imkânını kullanarak şehirleştik. Şehirlerimiz ahşap, taş, kerpiçken beton oldu.
Cansever, gecekondular için olumlu yorumlar yaptı
Yanlışın tek sebebi beton mu?
Neredeyse tek yanlış beton ve betonu hayata katan düşünce sisteminin çarpıklığından çıkan problemlerdi. Şehirleşme mantığımız eskisiyle aynıdır. İlk gecekondularımız Ankara’dadır. Onların geleneksel mahalle mantığından çok da farklı olmadığını görürüz. Sadece imkânsızlıktan o gün ellerinde hangi malzeme varsa onu kullanmışlar. Hatta Turgut Cansever, gecekondu mahallelerini tam da bu nedenle olumlu ifadelerle anar. Çünkü geleneksel köylerden, mahallelerden pek de farklı değildir. Sorunları malzemede ve alelacele yapılmasındadır. Bu insanlar, ataları yüzyıllarca nasıl ev inşa ettiyse, kendi evlerini de öyle inşa etmişler. Gelenekte düşünmez, uygularsınız. Gelenekle bağınız kopunca, modernite ile düşünmeye başlarsınız. Biz bu noktada yeniden düşünmedik.
Betonun yapıların yükselmesine imkân sağlaması sorunu büyütüyor diyebilir miyiz?
Evet, betonun böyle vahşi bir yönü var. Bu insanların en başta hoşlarına gitti ve evlerini sonsuza dek yükseltebileceklerini düşündüler. Ama öyle olmadı…
Şu an İstanbul’daki mevcut yapıları yıkıp, yerine kerpiç mi yapalım? Bu gerçekçi bir çözüm mü?
Neden olmasın? Kısa süre önce buna dair bir rapor hazırladık ve ilgili verileri kamuoyuyla paylaştık. Raporda örneklem olarak altı dükkân, üstü apartman olan bir yapı ve alanı seçilip, bitişik nizamdan -ama küçük- müstakil yapıların planları yapıldı. Burada sormamız gereken bir soru daha var: Herkes neden aynı yerde yaşıyor? Kimi insana diyelim ki, sana şehrin şu yönünde, köyde veya daha farklı bir kentin çeperinde müstakil ama daha geniş bir ev verelim. Belki de iş imkânı oluşturulursa bunlar kabul edilebilir. Yani şehri küçültmekten bahsediyorum. Daha geçtiğimiz gün köyde 1980 yılında kendi evini yapan bir amcamızla tanıştım. Evi dışarıdan bakıldığında bahçesiyle beraber cennetten bir köşe gibi duruyor. Ancak betonun ömrünün kısa olduğunu öğrenmiş ve haklı olarak ben şimdi ne yapacağım diye soruyor.
Beton 19. yüzyılda bulunuyor, yavaş yavaş yaygınlaşıyor ve bugün ülkemizde geleneksel malzemelerle ev yapılan köylerde bile bununla alakalı sorunlar yaşıyoruz. Bu nasıl olabildi ve bundan sonra ne yapılabilir?
Öncelikle şunu unutmayacağız: Beton tam bir çevre felaketidir. Bu nedenle geleneksel malzemeye dönülmesi şarttır. Yani ahşap, taş ve toprak. Ahşap mümkün olurdu ama bugün maalesef yeterli ağaç stoğu yok. Bunu yapmaya kalkarsak muhtemelen yurt dışından ağaç ithal etmeye başlayacağız. Bu nedenle acilen bir ahşap politikası oluşturmamız gerekiyor. Taş içinde taş ocaklarına ihtiyacımız oluyor ki bu da başka bir çevre sorunudur. Dolayısıyla toprak şu aşamada bizim için en sıkıntısız malzemedir. Bilinen ve uygulanan 13 ayrı toprak yapı yapma sistemi var. Buna dair ARGE yapılırsa ortaya daha da iyi yollar çıkabilir. Şu günlerde Fransa’da bir yapının en az yüzde 50’sinin doğal malzemelerden olması gerektiğiyle ilgili kararlar alınıyor. Demek ki iş bu noktaya doğru ilerliyor.
En mantıklı yol kerpiç tuğla
Çelik ile ilgili öneriler de var…
Çelik doğal bir malzeme değil, yapılırken harcanan enerji betondan fazladır. Hafif olur mantığıyla insanlar bunu öneriyorlar ama mevcut sistemin devamı bağlamında ele alınıyor ve çevreci değil. Anlayışı değiştirmemiz gerekiyor. Dolayısıyla yine toprak tek seçenek. Biraz önce söylediğim gibi toprakla 13 farklı yolla yapı inşa edebilirsiniz. Bu konu gelişime de açıktır. Toprak yapıyla alakalı bir şirket çalışmaya başlayıp, kendine özel bir yol bulup patentini de alabilir. Bugün beton için nasıl başka ülkelere muhtaçsak ileride bizim kendi geleneğimizde olmasına rağmen, toprak yapılar için patente sahip birilerine muhtaç kalabiliriz. Bu işe kim önce girerse o kazanacak. Toprak sınırsız bir şey, doğru şekilde yaparsanız doğaya da karışabilir. Bugün köydeki herhangi bir kerpiç yapıyı yıkıp, her şeyini kullanıp onu yeniden inşa edebilirsiniz. Ancak doğru yapmak esastır. Toprağın içine kimyasal bir şey katmadan yapmak gerekir. Tabii bu ayrıntılara şu an giremiyoruz çünkü konunun henüz çok dışındayız. Bahsettiğim 13 ayrı toprak yapı sisteminden bizim için en mantıklı yol, geleneksel olarak da bildiğimiz kerpiç tuğladır. Neredeyse yüzde yüz doğaldır. Bunun üzerine çalışmamız gerekiyor, geliştirmemiz gerekiyor. Çatalhöyük’teki yapılar 10 bin yıldır ayakta…
Yapılaşmayı yeniden düşünmeli, toprağa dönüş yapmalıyız
Afet bölgesindeki yeniden yapılaşma için sizin hazırladığınız bir rapor var. Biraz önce de ondan bahsettiniz. Bildiğimiz kadarıyla bu rapor devlet yetkililerinin de dikkatini çekti. Bu rapordan bize bahsedebilir misiniz?
Son yönetmelikte kerpiç tuğla tekniği yönetmelikten çıkarılmıştı. Oysa çok güzel bir yönetmelikti, sadece kullanılmadığı için yönetmelikten çıkarılmış. Yani bugün siz kerpiç tuğla yapı yapmak isteseniz bununla alakalı bir yönetmelik yok. Biz ahşap kullanarak yönetmeliği aşıyoruz ancak yine de bunu öğrenince gerçekten çok üzüldüm ve bu yükü omuzlarımda hissettim. Bu nedenle AFAD’ın eski başkanı Mehmet Güllüoğlu’yla görüşmüş, bu yöntemin yönetmeliğe yeniden eklenmesi gerektiğini söylemiştim. Deprem olunca tabii herkes gibi ben de bir şeyler yapmak istedim. Yeniden Mehmet Bey’e ulaştım ve kısa, orta, uzun vadede bir şeyler yapılabileceğini söyledim. O da bana bir rapor hazırlarsam onu AFAD’a iletebileceğini söyledi. Biz de birkaç arkadaşla bir araya gelerek çok hızlı biçimde kısa bir rapor hazırladık. Hiçbir beklentimiz yoktu hatta bu hengamede okunabileceğini de düşünmüyordum. Ancak rapor hızlıca yayıldı ve çok sayıda insan tarafından incelendi. Bunu öğrenince utandım doğrusu çünkü sadece iki buçuk günde hazırlamamız gerektiği için ayrıntılı bir rapor da değildi. Bu nedenle ikinci bir rapor hazırlamaya koyulduğumuz esnada Mustafa Şentop aradı ve sağolsun raporu bizzat Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ilettiğini belirtti. Bana kalırsa insanımız betonun ne kadar sorunlu bir malzeme olduğunu anladı. Sağlam olması için yapılan bu yapılar, ayaktayken değil yıkıldığında sağlam oluyor, enkazlar kaldırılıp vatandaşlarımıza dahi ulaşılamıyor. Bu nedenle yapılaşmayı, konut tipini yeniden düşünüp, toprağa, geleneğimize dönüş yapmalıyız.