Toprak; sırlı, sakin ve mütevazıdır. Dünyayı bütünüyle sarar ve her şeyin üstünü örter. Toprak varsa unutmak mümkündür. İnsan hakkını yalnızca ondan alır. Toprak insanın haddidir. Sessiz bir örtü gibi kâinatın altına serilir. Her şeyin üzerini örter; intikamların, kusurların, ölümlerin, günahların, kinlerin. İnsan toprağa bağışlanır. Ondan ayrı gezinir, ahvalini arar durur. Ve nihayetinde bir gün o sessizliğe karıştığında mutlak huzuru bulur. Sadi Şirazî, ‘’Âdemoğlu topraktan yaratılmıştır, toprak gibi mütevazı değilse insan değildir,’’ derken o görkemli sessizliği de imler. Kâinatı özü ama sessizliğin ta kendisi. İnsan toprağa benzemelidir o halde, yaratıldığı özüne. Toprağa yaklaşmanın ihtiyarlıkla olan ilişkisi, özüne doğru dönmeyi çağrıştırmasıyla daha anlamlı bir yerde duracaktır, buna şüphe yok. İnsan doğmakla evet, ama ömürdür bunun adı ve en çok toprağa bağışlanmakla meşhurdur.
İnsan ve toprak. Toprak ve tuzu. 2014 yapımı bir belgesel. Toprağın Tuzu (Le Sel De Le Terre). Wim Wenders’in, tarihin kalbine mühürlediği bu müthiş anlatısının kahramanı, ışıkla resimler yapan fotoğrafçı Sebastiao Salgado’dur. Kamerasını dünyaca ünlü bir fotoğrafçının ‘’meslek’’ hayatının merkezine konumlandıran Wenders, aslında askeri diktatörlüğün baskısıyla ülkesini terk etmek zorunda kalarak Paris’e yerleşen Meksikalı bir ekonomistin trajedisine odaklanır. Yönetmen, o sürgün ekonomistin radikal bir kararla her şeyi geride bırakarak çıktığı uzun seyahatlerinin etkisiyle nihayetinde meşhur fotoğrafçı Salgado’ya dönüşmesine uzanan oldukça sıradışı bir yol hikâyesine konuk olurken, kendi yolculuğunu da anlatır bize. Evet tam anlamıyla böyle; konuktur ve yolcu. Salgado ve oğlu, Wenders’in kamerasını kendi hikayelerine misafir ederlerken, Güney Amerika’dan Afrika’ya değin, elinde makinesiyle belgesel tanıklığı yapan Salgado’nun iz bırakan fotoğrafları eşliğinde, seyir zevki yüksek temposuyla gerçek bir belgesel izleriz. Toprağın Tuzu, çarpıcı atmosferiyle son yıllarda yapılmış en iyi belgesel-anlatılar arasındaki yerini alır.
İnsan ve toprak. Omuzlarımızda hep bir sızı. Evet umutlu olmak zor, zira insanoğlu hiç durmadan bozgunculuğa devam ediyor hala. Ve dünya, kurulduğu günden beri o acımasız kurallara tabi. Bunu değiştirmek mümkün mü peki? İnsan buna inanmalı mı? Dünyanın bütün acılarına tanık olan bir sanatçı için umut nereye kadar mümkün? İnsan toprağa ihanet etmekle meşhur olsa da, toprak insanı doyasıya sever. Dünya ona kavuşmanın provasıdır. Toprak her şeyi unutur, unuttuğumuz yerden başlarız yaşamaya. Öyle ya, nihayetinde insan da toprağın tuzudur.
Toprak gibi mütevazı olmak neydi, bunu hatırlamak mümkün mü?
Son Yazılar
Sanat Ajandası’nın bu sayısında da yine birbirinden eğlenceli ve sanatsal etkinliklerin haberini vermeye geldik. Bu
Savaş, en güçlü bağları bile paramparça edebilir; ancak bir annenin ailesini koruma içgüdüsü, bu yıkıcı
Eylül ayının neden romantize edildiğini pek anlayamazdım. Sonbaharın ilk ayı diye olabilir mi acaba diye düşünüyordum.
Emperyazlizmin fikri anlamdaki etkilerinden bahseden Atasoy Müftüoğlu ontolojik ve epistemolojik emperyalizmin sürdüğünü şu sözlerle anlatıyor: “
Türk ve dünya edebiyatında yolculuk temalı birçok eser bulunabilir. Yolda olma hali her zaman için insana