Trak: Geçmişin dili olup anlatıyor

11 dakikada okunur

Türk ve dünya edebiyatında yolculuk temalı birçok eser bulunabilir. Yolda olma hali her zaman için insana enterasan gelmiştir. Bir yola çıktığımızda başımızdan geçenler de öyle. Yeni hikayelere denk gelmek, yeniyi bulmak ve oradan başka mecralara uzanmak. Yolda bize eşlik edenler hakkında söyleyecek çok sözümüz vardır. Aynı zamanda yolu ve yolculuğu bir metefor olarak kullandığımızda da; dünya hayatının bir yolculuk olması ve bizim ancak onun bir bölümüne denk gelmemiz, hayata bakış açımızı çoğu zaman değiştirir. Tolstoy’la bütünleşen ve kaynağı kesin olmasa da, artık onumuş gibi meşhurlaşan şu sözde denildiği gibi. “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.” Yolculuk fikri bizi bazen yorar da; bir yolda olma hali, başımızdan geçenleri içselleştirdiğimizde, elimizde sadece bir anlam kalır. Anlama sığınırız çoğu zaman. 

Serkan Türk’ün Trak romanı buna benzer şeyler düşündürüyor. Geçtiğimiz aylarda Everest Yayınları’ndan çıkan roman; bir öğrencinin İtalya’ya seyehatiyle başlıyor. Anlatıcının çıktığı yolda yolu önce İtalyan yazar Bay Ferrante ile keşisiyor. Dünyaca ünlü yazarın kitapları Türkçe’ye de çevrilmiş durumda. Hikaye boyunca Ferrante’nin evreninde dolanıyor gibi olsak da olaylar detaylarda pek de öyle gelişmiyor. 

Sevinç de var hüzün de

Yazar bizi çocukluk anılarına götürüyor. Ninesiyle geçen anılarda biz de kendimize yakın hikayeler buluyoruz. Karadeniz’in doğası içinde yer alabilecek bu hikayeler bizi üzdüğü de oluyor, mutlu ettiği de. 

Trak isim olarak bir tiyatro deyimi; yazarın bunu özellikle seçmesi kitabın bütünü açısından bir anlam ifade ediyor. Trak’ın kelime anlamı “Oyuncunun sahneye çıkacağı sırada ya da oyun sırasında korkuya kapılması, rolünü unutması” demek. Hayatın içinde ileryelen yazarın başından geçenlerde bu kekremsi tada benziyor. 

Yollar uzadıkça çocukluğu, gençliği, arkadaşları, ailesi her kimse onu bu güne getiren herkes kendine bir yer buluyor anlatı boyunca. Bu anlatılarda dikkat çekenlerden biri de; kurduğu ilişkilerde, kendine acımadan ortaya koyması. Eksiği ve fazlasıyla yazarı metin boyunca çıplak olarak takip edebiliyoruz. 

Şu an 7 Ekim saldırıları nedeniyle güncel olan Filistin- İsrail meselesine dair de karekterler üzerinden yazar bizimle konuşuyor. Filistin’in tarafını tuttuğunu anladığımız metinde, gözümüzün içine sokulmuyor da anlatı sanki hayatın doğa akışı içinde bir bütünü takip ediyor gibi. Filistin yıllardır dünyanın gündeminde ve en son savaş soykırıma doğru gidiyor. Yıllarca baskı ve zulüm gören Filistin halkı son saldırılarda can çekişmek üzere. Bu saatten sonra işlenen soykırım dünya sanat tarihinde daha fazla yer alacağa benziyor. Filistin’i yıllardır kanayan bir yara olarak gündem yapmak da yarıca üzerinde durmamız gereken konulardan biri diye düşünüyorum. Filistin, müziği, sineması, diasporada yaşayan entelijansiyası olarak Filistin her zaman duyarlı insanların gündemindeydi. Bu yaşanan son soykırımla birlikte dünya kültür sanat hayatında daha fazla yer alacağından şüphe yok. Holokost’un yıllarca dünya gündeminde yer alması ve bunun üzerinden bir kültür alanı oluşturmsı bildiğimiz bir gerçek. Ama dünün mağduru Yahudi halkı, bugün soykırım yapıyor. Bunlara dair söylenecek sözlerinde sanat alanında her gün aratacağı kanısındayım. Bu kadar güncel bir meseleye Trak’ta denk gelmek de güzel oldu. 

Okurken sıkılmıyoruz

Trak, kısa kısa bölümlerden oluşan bir roman. Okurken sıkılmadığınız gibi her konunun ayrı bir kapı açması da yarıca özenle seçilmişliğin göstergesi. Bir bölümde şöyle diyor yazar: “İnsan, bazı hikayeler gözünün önünde dursa da onları fark etmez. Soru sormayan aydınlanmaz. İçine kurt düşmeyen, çürüğünü dillendiremez. Ayaz, sokakları iyice ele geçirmiş, aman vermiyordu. Böyle zamanlarda dört duvar arasına sıkışırız; güneşin çıkacağı, gökyüzünün o uçuk mavi gömleğini giyeceği anın gelmesini beklemekten başka şansımız yoktur. Iyi insanlar beklemeyi bilirler. Çölde yürüyen bir derviş sabrıyla içlerine dönerler. Bazıları da, hiç neden yokken, geçmişin dili olup anlatırlar olanları.”

Her bölümde bizi bir anlatı karşılarken hikayeye girmeden önce damıtılmış sözcüklerle karşılaşıyoruz, bu biraz olup biten ve hayat üzerine tefekkür etmemize sebep oluyor. Roman boyunca hikayeler akarken; düşüyoruz, hayatın özü hakkında her anlatıda bize bir şeyler söyleyen yazar, okuyup geçmememiz ve anlatıda daha uzun kalmamız için böyle bir yol tercih etmiş olabilir ya da söylemek istediklerine bizi ortak etmiş. Bu ortaklık sıkıcı bir şeye dönüşmüyor, okurken ben de yaşam hakkında böyle düşüyordum demekten kendimizi alamadığımız çok anlatı var. 

Filmlerle çıkılan yolculuk

Yazarın şiir kökenli olması, nokta atışlarını da usturuplu bir şekilde metine yedirmesinde etken diye düşünüyorum. Şiir her şeyin özü olan o anlatı biçimi bize hayatı duyumsatır ya da hissettirir. Roman boyunca hayat hakkında hissettiklerimize tekabül eden birçok bakış açısı var. Bu da metinle daha katmanlı bir ilişki kurmamıza yol açıyor. 

Metinle kurduğumuz ilişkide üstelik yalnız değiliz, hepimizi bağlayan anlar bunlar; aile, arkadaşlık, entelektüel alan, hepsinin iç içe oluşu okumayı keyifli hale getirirken, hayatımıza damıtılmış kelimelerle karşılaşmanın da keyfini çıkarıyoruz. Cümlenin tam burasında romandan bir anlatı da daha bulunmak istiyorum. Filmlere de sıklıkla yer verilen romanda, belki bu alıntı söylmek istediklerime de alan açar. Madalya isimli bölümde bize şöyle sesleniyor yazar: “Uyku tutmayan bir gece Füruğ Ferruhzad’ın yönettiği bir belgeseli izliyorum. Yıkık viran evlerin, bedenlerin gölgelediği resimler düşüyor ekrana. Hastalıktan eksilmiş organlar, feri sönmüş gözler, adım atamayacak ayaklar, neşesi silinmiş yüzler. Dünyanın bir yüzü de karanlık mesajını veriyor görüntüler, bir yüzü hep cehennem azabı. Çirkibliğin ebedi istirahatgahı yeryüzünde, acı girmemiş bir bedeni aramaya kalkasak, bulmak mucize olurdu. Bazen bir küçük anın kıymık gibi canını acıttığını bilirsin. Böyle bir saatte neyin yanıtını arıyordum da bu filmi arayıp bıulmuştum. Her şeyin üstünü bir örtüyle kapatmak mümkün olsaydı; ama değil işte.”

Trak, okumaya ve üzerine düşünülmeye değer bir eser.

Önceki Yazı

Çocuklar İçin Ayrı Bir Cadde

Sonraki Yazı

Entelektüel Hesaplaşma İçin Geç Kaldık

Son Yazılar