Grammy Müzik Ödülleri finalisti olan, dünyaca ünlü Carnegie Hall’dan beste siparişi alan, Aaron Copland Fund gibi tanınmış bestecilik ödüllerine layık görülen Mehmet Ali Sanlıkol: “Geleneksel türk müzikleriyle karşılaşmam bende beklenmedik bir etki yarattı. Sanırım bunun kimliksel bir karşılığı da oldu ama benim Türk müzikleri ve Türkiye’nin geleneksel dokusu ile buluşmam ne gurbette olduğumdan ne de melankolik birtakım memleket hasretine kapıldığımdan ötürü gerçekleşti… Direkt olarak Türk müziği bana tokat attı ve bu durum bende sonradan kimliksel bir sorgulamaya neden oldu.” diyor.
Amerika’da caz müziği üzerine kurulu bir kariyere sahip olan Türk bir bestecinin şans eseri klasik Türk müziğiyle tanışması ve çalışmalarının yönünü tamamıyla değiştirmesi alışık olmadığımız tarzda bir hikâye. “Uzun yıllardır devam eden bir batılılaşma serüveninin içerisinde yüzünü olduğu gibi Avrupa’ya dönenlerin içinde yer alıyordum.” diyen Sanlıkol ile kendi hayatındaki değişimi ve akabinde yeni albümü Turkish Hipster’ın içinde yatan incelikleri konuştuk.
Cazla başlayan müzik kariyerinizden ve şu an bulunduğunuz konuma geliş sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Ben Bursa’da büyüdüm. 80’li yılların sonunda, ben lisedeyken rock müziği çok etkindi. Progresif rock topluluklarında, Türkiye’de çok tanınan Şebnem Ferah gibi arkadaşlarımla birlikte konserler veriyorduk. Kısa bir süre içinde caz müziğiyle tanıştım. Amerika’nın Boston kentindeki Berklee Müzik Kolejini duydum. O yıllarda internet olmadığı için bu işler zordu. Bir şekilde Aydın Esen’le İstanbul’da bir sene çalışıp 1993’te Boston’a geldim. Annem klasik piyano hocası olduğu için çocukken piyano öğrenmiştim. Rock çalıyordum, caz öğrenmeye başlamıştım. Özetle Türkiye’de büyüyüp Türk müziğiyle alakası olmayanlar kategorisindeydim. Berklee Müzik Kolejini bölümün en iyi öğrencisi olarak bitirdim. O sıralarda AudioFact adında bir topluluk kurdum. 1998’de ve 2003’te çıkardığımız albümlerle Türkiye’nin caz çevrelerinde çok tanınan bir topluluk haline gelmiştik. New York’ta BMI şirketinin Jazz Composers Workshop’u vardı. Hala devam ediyor ama o yıllarda efsaneydi ve ben kabul almıştım. 26 yaşında yıldızı oldukça parlak, master derecesini New England Konservatuarında bitirmek üzere olan bir profilim vardı. Tam o noktada geleneksel Türk müzikleriyle karşılaştım ve bende beklenmedik bir etki yarattı. Sanırım bunun kimliksel bir karşılığı da oldu ama benim Türk müzikleri ve Türkiye’nin geleneksel dokusu ile buluşmam ne gurbette olduğumdan ne de melankolik birtakım memleket hasretine kapıldığımdan ötürü gerçekleşti… Direkt olarak Türk müziği bana tokat attı ve bu durum ben de sonradan kimliksel bir sorgulamaya neden oldu. 10 senelik aktif bestecilik, caz müzisyenliği kariyerimi durdurdum. Bunu da bilinçli bir şekilde yapmadım. Zaten doktora süreci bunun için elverişli bir ortam sunuyordu ve bende ud çalmak, ney üflemek, sesimi kullanmak gibi şeylerle haşır neşir oldum. Geleneksel Türk müziklerini geleneksel tavırlarıyla icra etmek için dersler aldım. 2011-2012 senesinde kariyerime dönüş yaptım fakat bu sefer besteci olarak sesim farklıydı. Artık yaptığım hemen her işte muhakkak Türk müziğinin etkisi oluyor.
Cazla mehter arasında tarihi bir göbek bağı var
Üzerinizde “beklenmedik” etki yaratan geleneksel Türk müziğiyle nasıl karşılaştınız?
Komik bir hikâyesi var. Küçük yaşlardan beri oynadığım RISK diye bir oyun var. Bir bakıma askeri strateji oyunu. Doktora sürecine başladığım yıllarda bu oyunu oynarken bir arkadaş şakasına mehter müziği açtı. Oyun uzun bir oyun olduğundan birkaç saat sonra benim oryantalist birtakım bakış açılarım aradan kalktı, müzisyen kulağıyla dinlemeye başladım. Genç Osman türküsünün okunduğu kısım çok ilgimi çekti. Türkünün makamsal yapısına benim bilgi birikimim yetmedi, müzikal birtakım nüansları tam kavrayamadım. Kendi büyüdüğüm memleketin müziğini ben nasıl deşifre edemem diye düşündüm. Neticede karman çorman bir müzik de değil, kısacık bir türkü. Ondan sonra yokuş aşağı sürüklendim, bir kimlik sorgulamasına girdim. Kendimi 3-5 ay içinde bambaşka bir dünyanın içinde buldum. Sonradan cazla mehter arasında da tarihi bir göbek bağı olduğunu fark ettim.
Bu göbek bağını biraz açabilir misiniz?
Osmanlı’da mehterin tam anlamıyla kurumsallaşıp ihtişamlı bir hâl alması Avrupa’nın askeri bandosunu direkt etkiliyor. Aynı zamanda mehterin klasik Batı müziğinde de etkileri var. Sadece bandoyu takip ettiğimizde dahi bu etkilerin Amerika’ya kadar geldiğini görüyoruz. New Orleans’ta oluşan ilk siyahi bandolar, ve daha sonra “Big Band” diye adlandırdığımız caz orkestralarının enstrümanları direkt mehterle örtüşüyor. Mehterde kamışlı enstrümanlar olarak zurnalar var. Ayrıca borular ve büyük bir perküsyon ekibi var. Esasında bu format asırlardır özünü koruyor. Caz orkestrası dediğiniz ekipte de kamış bölümü saksafonlar, boru bölümünü ise trompetler ve trombonlar oluşturuyorlar. Perküsyonlar yani vurmalı çalgılar dediğimiz bölüm zaten davul setini oluşturuyor, ki burada Zilciyanlar vasıtasıyla yine direkt Türkiye’yle ilişki var. 1600’lü yıllarda Zilciyanlar mehter takımına ilk zil yapmış Ermeni-Türk aile. Bugün Zilciyanlar dünyanın en meşhur zil firmasına sahip. Ailenin bir kolu 1920’lerde benim şimdi bulunduğum Massachussets eyaletine geliyor. Burada caz büyük bir ilerleme kaydederken onlar da bir şekilde dahil oluyorlar. İstanbul’daki tanınırlıklarının üzerine burada da bir patlama yaşıyorlar. Velhasıl mehter ile Big Band formatındaki caz orkestrası arasındaki tek fark vodvil dediğimiz gelenekle örtüşen piyano ve basla beraber daha armonik birtakım eklentilerin olması. Onun haricindeki ana yapı tamamıyla mehterler örtüşen bir format.
Amerika’da cazın konumu Türkiye’deki klasik Türk müziği ile aynı. Sizce Türk müziğiyle, edebiyatıyla, deyişleriyle ve ezgileriyle sentezlenmiş caz müziğe neden Amerikan cazı kadar ilgi yok? Bu soruyu Türkiye özelinde soruyorum.
Esasında ilgi yok diyemeyiz. Ancak Türkiye’de caz müziğine hakikaten ilgi var mı bunu tartışabiliriz. Türkiye’de caz ilk başlarda, 1930’lu yıllarda küçümsenen bir müzik. “Caz yapma” gibi tabirleri bu şekilde değerlendirmek lazım. Ama bir süre sonra Avrupa’da caz elit festival müziği olarak konumlandırılınca bu durum Türkiye’ye de yansıyor ve günümüze kadar böyle geliyor. Sanki caz dinlemek ayrıcalıkmış gibi bir hava oluşuyor. Halbuki tipik Amerikalı bir genç ben caz dinlerim diyen birini muhtemelen ‘sıkıcı’ bir kişi olarak görür. Bu minvalde Amerika’da cazın konumu Türkiye’deki klasik Türk müziğinin konumuyla neredeyse aynı. Motamot olmasa da müzisyenlerin varoluşu, toplumda gördüğü kıymet aynı. Öte yandan Türkiye, belki de dünyadaki en fazla caz festivali yapan ülkelerden biri ve bu durum kanımca oldukça tuhaf. Mesela Amerika’da bu kadar çok caz festivali yok. Neticeten, Türkiye’de popüler kültürden bu kadar uzak ve elit bir tabakanın ilgi alanına hitap eden caz müziğin onlarca festivalle temsil edilmesi bana göre ortada bir çarpıklık olduğuna işaret ediyor. Yanlış anlaşılmasın, eleştirmiyorum ancak bir tuhaflık olduğuna inandığımı söylüyorum. Daha net olarak söylemek gerekirse Türkiye’nin popüler kültüründe cazın yeri yok. Sanırım buna kimse itiraz edemez. O halde popüler kültürden uzak bir müziğin bu kadar çok festivali nasıl olabilir?… Burada birkaç sebep düşünülebilinir. Ancak lafı çok uzatmadan caz festivallerinin içeriklerinin artık fazlasıyla popüler müziğe kaymış olmasının da burada rol oynadığını söyleyebiliriz. Son olarak, caz müziğine gönül veren müzisyenlerin bolluğunu ise festivallerin bolluğu ile aynı şekilde değerlendiremeyiz. Çünkü Batı müziği seven, icra eden hemen her müzisyenin yolu bir şekilde cazla kesişir.
Türk müziği Amerika’da niş kalıyor
Türkiye’de cazın bir karşılığı var. Amerika’da Türk müziğinin bir karşılığı var mı?
Şaşırtacak kadar var ama tabii yine de niş kalıyor. Klasik Arap müziği dersek daha fazla karşılık bulur çünkü Amerika’daki Arap nüfusu Türklere göre daha fazla. Öte yandan, uzun yıllar geleneksel Türk müziklerinin Amerika’da varoluşu garip bir şekilde buraya göçmüş olan gayrimüslimler sayesinde olmuş. Türkiye’den göçen Ermeniler, Rumlar kendilerini eğlendirmek içi Kadri Şençalar gibi isimlerin müziklerini gece kulüplerinde çalıp oynamışlar. Fakat şayet beyaz Amerikalının birinin yolu klasik Hint müziği ya da klasik Türk müziği gibi dünya müzikleriyle kesişmişse o kişilerin cidden entelektüel olduklarını gözlemledim. İnsanlar ABD’de belli bir pazarlama neticesinde de dünya müzikleriyle tanışabiliyor ama sanırım cazın bizdeki elitist konumlandırılması gibi bir konumlandırılma bu gibi etnik müzikler için ABD’de söz konusu değil.
Turkish Hipster’ın akım belirleyici bir yanı var
Doğu ve Batı müziklerinin harmanlanması üzerine çalışıyorsunuz. İlk cover parçanızı da içinde barındıran yeni albümünüz Turkish Hipster diğer çalışmalarınızın yanında nasıl bir yerde duruyor? Albümün ismi nereden geliyor?
Türkiye’de “hipster” kelimesi yanlış bir biçimde hippi ile aynı anlamda kullanıldığı için önce kelimenin nereden geldiğini açıklayayım. Hipsterlar 40’lı yıllarda ortaya çıkıyorlar, 50’lerde daha tanınır hale geliyorlar. Genellikle hipsterlar cazla, hippiler ise rockla iç içeler. 40’lı yıllarda caz müzisyenlerinin içinde “modern jazz revolution” da denilen Bebop diye bir akım çıkıyor. Akımın temel olayı 1930’lu yıllarda Frank Sinatra gibi şarkıcılarla ticarileşen caz müziğinin içindeki doğaçlama yapma olgusunun cazın içinden neredeyse tamamen çıkartılmasına karşı çıkmak. Bu yıllarda caz neredeyse bir pop şarkısı kalıbına sokulduğu için bir grup caz müzisyeni itiraz ediyor. Sinatra’nın kayıtlarında bir saksafon solosunu bulmanız için mumla aramanız gerekir ama caz müziğinin özü aslında bunlardır. Klasik Osmanlı müziğinde nasıl ki bir tanburun taksim yapmasının yerini asla bir başka şey dolduramıyorsa cazda da bunun dengi var. Velhasıl varolan duruma itiraz eden caz müzisyenleri caz orkestralarını bırakıp insanların dans etmeden, oturdukları yerden dinleyecekleri ağırlıklı olarak emprovize icralar yapmaya karar veriyorlar. Son derece progresif, protest bir iş yapıyorlar ve hipsterlık tam olarak bu tutumla kesişiyor. Hipsterlar akım belirleyicidir. Örneğin Miles Davis efsanevi bir caz müzisyenidir ve en büyük özelliği budur. Gencecik bir trompetçi olarak Bebop akımının sonunda gelir. Her on yılda bir caz müziğinde yeni bir akım belirleyici olarak önümüze çıkar… Ayrıca cazcılar arasında kullanılan “hip” kelimesi hafif argoya kaçmakla beraber fiyakalı olmak, akım belirleyici, öncü olmak anlamına da gelir. Bir de 40’lı 50’li yıllardaki hipsterlar genelde siyah giyinirler, boğazlı kazak kullanırlar, çerçeveli gözlük takarlar. Albümün kapak fotoğrafında o yıllardaki hipsterlara gönderme var esasında. Ve bana göre Turkish Hipster’daki her parçanın akım belirleyici bir yanı var. Parçaların pek çoğunda Amerikalı saksafoncu ve trompetçilere klasik Osmanlı Türk müziğinin komalı perdelerini çaldırdım. Bir notaya hep aynı şekilde basan birine farklı şekilde basmasını söylüyorsun. Tabii ki de bunların hepsi riskli seçimler.
Çalışmalarınızda hep bir nüans, alt metin bulunuyor. Albümdeki parçaların kendilerine ait hikâyeleri var mı?
İlk caz öğrendiğim yıllarda Brezilyalı müzisyenlerle çalışırken beni uyarmışlardı. Sambanın kendine ait sallanan, oynak bir havası olduğunu ve benim çok düz çaldığımı söylemişlerdi. Sonradan bahsettikleri sallanan, “swing” hissinin ne olduğunu öğrendim. Yıllar sonra bağlama çalmaya başlayınca, özellikle Orta Anadolu, Ankara misket havalarında mızrabı sallarken atılan fiskenin aynı hissiyatı verdiğini fark ettim. Albümün açılış parçası olan A Capoeira Turca (Baia Havası) buradan geliyor. Ancak işin bundan sonrası tabii ki de bir riskti. Koca caz orkestrasına yeni bir beste yap, parçayı Brezilya enstrümanı olan berimbau ile aç, üzerine bağlama girsin, onun da üzerine 20 tane adam müzik çalsın… Bunlar riskli hareketler çünkü caz orkestra kayıtları genelde 30 ile 45 dakika arasında biter. Çok fazla insan toplandığı için bir prova ya yapılır ya yapılmaz. O yüzden caz orkestrasının stüdyo tekniği pop müziklerinden farklıdır. Başta bahsettiğim sallanma hissini icracılar o kısa süre içinde stüdyoda kavrayamayabilirdi, hissedemeyebilirdi ama bir şekilde oldu. Benim bildiğim kadarıyla bir eserin bel kemiğini berimbau ile bağlamanın oluşturduğu başka bir eser yok. O yüzden adı Baia Havası. Hikâyesi olan bir diğer parça da Times of the Turtledove. Türkiye’deki kumruların bazılarının bir ötüşü var. Eserin başlangıcında da bu ötüş duyuluyor. O eser direkt etnomüzikolog bir arkadaşımla tarihi bir tespitten ortaya çıktı. “Fahte” Farsçada kumru demek. Klasik Osmanlı Türk Müziği’nde de fahte isimli bir usul var. Biz bunu genellikle 20 zamanlı diye biliriz. Fakat 18. asrın başında Osmanlı himayesinde büyüyen Moldova Prensi Dimitri Kantemir’in yazdığı meşhur bir mecmua var. Kantemir o mecmuada fahteyi 10 zamanlı olarak yazmış. Yani 10 zamanlı usul zamanla yavaşlayıp genişleyip 20 zamanlı olmuş. Arkadaşım, 15. yüzyıldaki bir mecmuada Abdülkadir Meragi’nin oğlunun fahteyi 5 zamanlı yazdığını ama kendisinin aradaki bağı çıkaramadığını söyledi. Ben bakınca gördüm ki o 5 zamanlı usul zamanla 10 zamanlı, daha sonra da 20 zamanlı olmuş. Ama öz iskelet üç usulde de hep aynı esasında. Abdülkadir Meragi’nin oğlu 15. yüzyılda fahtenin neden 5 zamanlı olduğunu da kumrunun ötüşü ile açıklamış. Bakınca fark ettim ki ana vuruşlar zamanla sadece yavaşlayıp genişlemiş. Müziğin bu devinimine çok şaşırdım ve bu bana ilham verdi.
Arabesk ve Anadolu rock en orijinal iki akım
Turkish Hipster’da yer alan ilk cover parçanızı Erkin Koray’dan seçtiniz. Bildiğim kadarıyla derslerinizde öğrencilerinize de dinlettiğiniz bir sanatçı. Öğrenciler Erkin Koray’ı dinleyince beğeniyor mu?
Bayılıyorlar. Music of Turkey adında bir dersim var, eğer onu alıyorlarsa klasik makam ve usulle başlayıp daha sonra Türkiye’de müziğin Ajda Pekkan gibi farklı icracılarını da gösteriyorum. Ticarileşmemiş 1980 öncesi arabesk ve Anadolu rock bence Türkiye’den çıkmış en orjinal iki akım. 90’larında Türkçe pop zamanı vardı ama içerik bakımında arabesk ve Anadolu rock ile mukayese edilemez. Erkin Koray’ı da bu ders bağlamında dinletiyorum. Ben de neredeyse 2005’ten beri Estarabim’i sahnede icra ediyordum ama kaydetmeyi hiç düşünmemiştim. 2017’de Türkiye’de bir turne yaptım ve konserleri hep bu şarkıyla bitirdik. Konserlerde insanların sevdiğini görünce kaydetmeye karar verdim. 2021 yılında Erkin Koray’a ulaştım, o da bana müsaade etti. Pandeminin hala içerisinde olduğumuz için kaydı 2022’nin yazına kadar yapamadım. Kaydın bittiği zamanlarda Erkin Koray rahatsızlandı. Kendisine yaptığım şeyleri gönderiyordum ancak sağlık sorunlarından dolayı yorum gelmiyordu. Yine de kaybedeceğimizi düşünmemiştim. Ben albümü çıkarttıktan yaklaşık üç hafta sonra Erkin Koray vefat etti ve şok oldum. Genellikle pop şarkıları üzerine çalışmıyorum ve kariyerimde çok nadir örnekleri var. Hatta hayatımda ilk kez bir “cover” yaptım ama bana göre yine de çok “hip” oldu. Velhasıl Estarabim keşke Türkiye’de biraz daha duyulsa diye sitem ettiğim bir parça oldu.
Yakın gelecekte Türkiye’de bir konser planınız var mı?
Eğer bir aksilik olmazsa A Gentleman of Istanbul adlı eserimin 24 Şubat’ta Cemal Reşit Rey Konser Salonunda Türkiye prömiyeri olacak. Onun akabinde ilkbahar-yaz sezonunda birkaç tane caz konseri olma durumu var ama henüz tarihler net değil.