Ayşe Böhürler
aayseb@gmail.com
Yazar Alev Alatlı: “Ne zaman ki bir şeyi, bir şeyleri merak eder, o konuda kim ne demiş öğrenmeye çalışırsınız, o zaman okursunuz. Okurun işi o zaman da zordur, çünkü kitap dediğiniz Pandora’nın kutusudur, içinden ne çıkar, çıkan sizin aradığınız mıdır onu da bilemezsiniz. Her işte olduğu gibi okuma eyleminde de verim, hedefle belirlenir. Önce ben kimim, kendimle ne yapmak istiyorum sorularını cevaplamak, o cevapların ışığında eyleme geçmek gerekir. Bir de unutmamak lâzım, hedefler yıllar içinde değişir, başka yönlere evrilir. Bunda da bir mahzur yoktur. Siz değişirsiniz, meraklarınız yön değiştirir, okuduğunuz kitaplar da sizinle beraber değişir. İş ki, ben oldum artık rehavetine kapınılmasın!” diyor.
Alev Alatlı 1992 yılında yayınladığı Viva La Muerte! ile başlayan Orda Kimse Var mı? dörtlü kitap serisinin girişinde temenni olarak “Türkiye bugün okumazsa yarın okuyacaktır” yazmıştı. Aradan 26 yıl geçti! “Okumak” temalı 2018 CNR Kitap Fuarı Onur Yazarı olan Alatlı’nın temennisi yine bu cümle oldu. Viva La Muerte, Valla Kurda Yedirdin Beni”,“Nuke Türkiye, Ok Musti Türkiye Tamamdır dörtlüsü Alev Alatlı ile Türk okurunu buluşturan ilk seriydi.
Aydınlanma Değil Merhamet, Dünya Nöbeti ve Eyy Uhnem Eyy Uhnem kitaplarının yer aldığı “Gogol’ün İzinde” serisiyle Glasnost sonrası Rusya’nın nabzını tuttu. Schrödinger’in Kedisi serisindeki, Kabûs ve Rüya romanlarında 21. yüzyılın yeni dünya düzenini ve “fuzzy-saçaklı mantığı” anlattı. Safsata Kılavuzu’nu, Suç Ortağı Hollywood’u, Beyaz Türkler’i yazdı…
En büyük hayallerinden birisi Kapadokya’da bir üniversite kurmaktı, bunu başardı. 2005’te kurulan Kapadokya Meslek Yüksekokulu 2017’den itibaren yoluna Kapadokya Üniversitesi olarak devam ediyor. “Batıya Yöne Veren Metinler/4 cilt” ve “Bize Yön Veren Metinler/2 cilt” Kapadokya Meslek Yüksek Okulu Yayınları arasından çıktı.
Alev Alatlı ile 1990’larda başlar sohbetlerimiz. Okur olmanın ötesinde, onu izleyen ve dinleyen birisi olarak yakından tanıma imkânı buldum. Her türlü detaya en dibine kadar inmeyi bilen ama sonuçta bütüne bakan; sızlanmadan tespit ve öneride bulunan; bir bilim insanı titizliğiyle yazan; yol gösteren, işaret taşları döşeyen bir yazar. Bazı kitaplarının yazım süreçlerine tanık oldum. Mesela 2006’da Mihail Aleksandroviç Şolokhov 100. Yıl Edebiyat Ödülü’nü aldığı “Gogol’ün İzinde” serisi 7 yıl süren araştırma, gözlem ve yaşam tecrübesiyle ortaya çıktı. Bir yazar olarak yazdığı her esere verdiği emek, kelimelerine gösterdiği titizlik ve içeriğine gösterdiği özenin en büyük kanıtı, edebiyatı, Türkçesi ve topluma kazandırdığı kavramlarıyla sayısı yirmi yediyi bulan eserleridir.
Her meselede, her kesin hüküm cümlesinde “Hele bir durun öyle mi?” diyen bir yazar olarak okura da hep farklı pencereler açtı. Türkiye analizleri, Kürt meselesine bakışı, nekrofiliye karşı biyofiliyi savunan bir yazar oluşu, gelecek uyarıları, beyaz turnaları, fuzzy mantığı, safsata kılavuzu, paçozlaşma, aydınlanma yerine merhamet, üzerine düşünmemizi sağladığı kavramlar arasındaydı. “Dünyanın İyiliği İçin Türkiye” sloganıyla Türkiye’nin dünyanın gidişatına iyi geleceğine olan inancını ifade ediyordu. Kitapları okura büyük bir dünya kütüphanesinden damıtılmış bilgileri kazandırmıştır. Her zaman hedefleri evrensel, yöntemi yerli olan bir yazar oldu. Roman yazdı ama okuyucusuyla bir roman yazarının çok üzerinde bir bağ kurdu. Bilge bir yazar olarak tanımlandı. Şu günlerde bir “Nasihatname” yazıyor. İlk iki cildi yayınlanan, “Ömrümü, tecrübelerimi ve bilgimi sizin ömrünüze katmak için yazıyorum.” dediği, 11 ciltten oluşacak bir “Nasihatname”.
Alev Alatlı ile yaptığımız bu röportajın soruları ortak bir havuzda hazırlandı. Benim bu röportaja katkım sorular yön vermek oldu. Umarım beğenirsiniz.
İlk telif kitabınızı 1985 yılında yayınladınız. O günden bu yana onlarca eseri olan, birçok kavramı kazandırmış bir yazar olarak Türk insanının kitap ile olan ilişkisini değerlendirebilir misiniz? Zaman içinde bu ilişki nasıl gelişti?
Bence en büyük değişim yayıncılık sektöründe gerçekleşti. 90’lı yılların ikinci yarısına kadar yayıncılık aşk işiydi. Yayıncıların büyük çoğunluğunu kendi kitapları da olan yazarlar oluştururdu. Topluma verecek mesajı olanlar, bulur buluşturur kendi mizaçlarına, ideolojilerine uygun kitaplar basarlardı. Tirajlar da birkaç bini geçmezdi. Daha doğrusu geçemezdi, çünkü sermaye yetmezdi. Çok satan bir kitabın yayıncısını batırdığı bilirim, neden, çünkü bir baskının getirisini piyasadan toplayamadan ikinci, üçüncü baskılara girmesi mümkün olmazdı. Kitabın basımı ile getirinin geri dönüşü arasında az üç ay olunca, yayıncı yeni baskılar yapabilmek için borçlanmak zorunda kalırdı. 2000’li yıllardan sonra sektöre sermaye girdi, yayıncılığın şekli değişti. Şimdi, serbest piyasa ekonomisi bağlamında daha rasyonel bir sektör ve tabii yazarla yayıncısı arasındaki eskinin akrabalığa benzeyen ilişkisi de artık yok.
YAYFED verilerine göre geçtiğimiz yıl Türkiye’de 423 milyon 602 bin 828 kitap yayınlandı. UNESCO verilerine göre de kitap okuma oranında dünyada 86. sırada. Kitap, “sürekli büyüyen bir endüstri” olarak kabul ediliyor. Okumak konusuna bu istatistiklerden mi başlayarak yorum yapılmalı, yoksa okumak istatistiklerin dışında bir anlamlandırmaya mı ihtiyaç duyar?
Otuz yıl önce rüyamızda görsek inanmayacağımız rakamlar bunlar. 83 milyon nüfustan hesap etsek, çoluk çocuk adam başına yılda beşten fazla kitap düşüyor demektir ki, hiç fena değil. Bu rakamın 2012’de ABD’de 5,3 olduğunu hatırlıyorum. Dünyada neden 86. sırada olduğumuzu anlamak için UNESCO’nun hesaplama yöntemini bilmek lâzım, herhalde başka bir takım kriterler uyguluyorlar. “Okumak istatistiklerin dışında bir anlamlandırmaya mı ihtiyaç duyar?” diye sorunuza gelince, kitaplarla aramızın nasıl olduğunu saptamanın yolu öncelikle bunlar gibi istatistiklerden geçer. Ancak, satılan her kitap okunur mu, okunursa ne kadarı okunur, kim okur, kim dinler, bakın bunlar ayrı araştırmaların konusudur.
Türkiye’de edebiyat ve yazar çevrelerinin okuyucuya bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce doğru bir iletişim kurulabiliyor mu? Okurun ihtiyacıyla yayınlanan kitaplar arasında doğru bir bağ kurulabiliyor mu?
Şöyle söyleyelim, Türkiye’de veya bir başka yerde, yazar, okura kendi düşüncelerini, duygularını, hassasiyetlerini, değerlerini, acılarını, sevinçlerini, ideallerini, neyse artık, paylaşabileceği biri olarak bakar, daha doğrusu okurunun öyle birisi olduğunu umar. İletişim doğru kurulmuşsa, yani yazarın dilinden tutun da, okurun o dönemdeki ruh haline kadar koşullar denk düşüyorsa, umulan yarenlik ilişkisi oluşur. Diyeceğim, meğer ki, okuru belirgin bir yöne sevk etmek gibi bir ideolojik bir misyonunuz olsun, “okurun ihtiyacı nedir, ne değildir” pek de anlamlı bir soru değildir. Talim Terbiyenin gözetimi altında ders kitabı yazmıyorsa, yazarın öyle bir meselesi yoktur. Okur “ihtiyacı” olan kitabı kendisi seçer, ihtiyaç duyulmayan kitap satılmaz, SEKA’ya dönüşüme gider. Yazar “ghost writer” dedikleri türden, toplumu dönüştürmek amacıyla para ile tutulmuş bir kalemşör değilse, sahici ise, okunmama riskini göze alacaktır. Alır da. Zaten yazar dediğiniz, yazamazsa ölür.
Dijitalleşme, uzun metinlerin yerini kısa metinlerin alması, aynı anda çoklu okuma yapabilme imkânları okuma eylemini nasıl etkileyecek?
Okuma değil de yazma eylemini nasıl etkileyecek diye sormak daha doğru. Az önce okur ile yazar arasında iletişim kurulabilmesi bağlamında belirttiğim kısıtlara bir de metinlerin kısa, öz, tam yerinde, isabetli olmaları gereği eklenecek. Olsun. Bizler kurşun kalem, defter, silgi ortamından, bir dokunuşta yüzlerce sayfa metni redakte edebileceğimiz bilgisayar ortamına geçmiş insanlarınız. Uzun uzun mukaddimelerden, peşrevlerden nasıl vazgeçtiysek, lâfı uzatmamayı da öyle öğreneceğiz.
Okumanın “moda” olduğu kitaplar, dergiler, yazarlar var. Sosyal medyada paylaşılan bir kullanım amacı da taşıyorlar. Bu eğilim nasıl anlaşılmalı?
Adı üstünde, “moda,” yani bir o kadar uçucu, değişken ve cazip ama unutmayın, ne giyimde kuşamda, ne müzikte, ne de başka bir beşeri heveste, “moda” sürdürülebilir bir tercih değildir. Ama bakın modanın kaliteli olanı da “vintage” olur, “retro” olur, gelecek kuşaklara aktarılır, hatta mihenk taşı görevi görür.“Sosyal medyada paylaşılan bir kullanım amacı” taşımaktan bahsederken, “daha kolay yayılıyorlar” demek istediğinizi çıkarıyorum. Bence bunun da bir mahzuru yok; daha küçük topluluklara hitap eden, marjinal, hatta “demode” yapıtlarda sosyal medyadan yararlanabilirler. İş ki talep olsun.
“Bir Türk yazarının en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemek olduğunu düşünürüm.” ve “Ben uyarmak için yazıyorum. Kimseyi eğlendirmek için değil.” diyorsunuz. Okurlara, “yazarın gerçeği” ve “uyarısı” derken neyi kast ettiğinizi açabilir misiniz?
Her yazarın iş edindiği bir alan vardır; kimi aşka kafa yorar, kimi kentleşmeye, kimi özgürlüklere, kimi çevreye, kimi kırsala, sayın artık! Bencileyin dünya nöbeti tutanlar, “insanlığa bütünde ne oluyor” görmeye çalışırlar. Eşyanın tabiatı icabı, pek de eğlenceli olmazlar. Bu tür yazarların kitapları okurdan emek talep eder. İki arada bir derede okunamazlar. “Eğlendirmek için yazmıyorum.” demem o’dur. Soljenitsin’i mesela okurken ne kadar eğlenebilirseniz, beni okurken de o kadar eğlenebilirsiniz. Bir de Türkiye toplumunu “bütün içinde” değerlendirmek, her zaman sevimli sonuçlar vermez. Kendinizi ne sağa, ne sola, ne beyaz Türklere, ne de muhafazakârlara yaranabildiğiniz bir konumda bulmanız işten değildir. Gönlünüz susmaya razı değilse, homurdanmaları, eleştirileri göğüsler, işinize devam edersiniz. Her zaman kolay olmaz, ne yazar, ne de okur için.
Söyleşilerinizdeki “Türk yazar” tarifinden, yazarın bir hedefi olduğunu anlıyoruz. Okurun hedefi ne olmalıdır? Okuma eylemi için bir hedef, dert gerekli midir?
Önce şu tespiti yapalım: Durduk yerde “okumaya meraklı” olunmaz, dağ gibi kitaplar devrilmez. Ne zaman ki bir şeyi, bir şeyleri merak eder, o konuda kim ne demiş öğrenmeye çalışırsınız, o zaman okursunuz. Okurun işi o zaman da zordur, çünkü kitap dediğiniz Pandora’nın kutusudur, içinden ne çıkar, çıkan sizin aradığınız mıdır onu da bilemezsiniz. Her işte olduğu gibi okuma eyleminde de verim, hedefle belirlenir. Önce ben kimim, kendimle ne yapmak istiyorum sorularını cevaplamak, o cevapların ışığında eyleme geçmek gerekir. Bir de unutmamak lâzım, hedefler yıllar içinde değişir, başka yönlere evrilir. Bunda da bir mahzur yoktur. Siz değişirsiniz, meraklarınız yön değiştirir, okuduğunuz kitaplar da sizinle beraber değişir. İş ki, ben oldum artık rehavetine kapınılmasın!
Evrensel hedef, yerel yöntem
Yazarken yerlilerin dilinden ve deneyimlerinden uzak düşmemeye özen gösterdiğinizi belirtiyorsunuz. Bunun sebebi mesajınızı okura, kendisine yakın olanla vermek mi?
Ben iyi edebiyatın, kalıcı, uzun soluklu edebiyatın hedefi itibariyle evrensel, yöntemi itibariyle yerli olması gerektiğine inanırım. Aslına bakarsanız sanatta da, eğitimde de evrensel hedef, yerel yöntem ilkesine inanırım. Edebiyatta yerel yöntem nasıl olacak diyeceksiniz, her şeyden önce, derdinizi yerel kavramlar aracılığı ile ve sahici Türkçe kullanarak anlatacaksınız. Sahici Türkçe derken, örneğin meramınızı anlatan sözcük “ahlâksız” kelimesi ise, “etik dışı hareketler” gibisinden bir tamlama kurup, yerel dili öğrenmeye çalışan yabancı misafir gibi ses vermeyeceksiniz. Türkçe bilmek kolay değildir, her şeyden önce Türkiye’yi tanımayı gerektirir ki, o da hiç kolay değildir, emek ister. Düşünün ki, herhangi bir yabancı dili, bırakın yazmayı, konuşmak için bile o dilin konuşulduğu ülkeye gitmek zorunluluğunu hissedersiniz. Türkiye’ye gitmeden, Türkçeyi nasıl öğreneceksiniz? Türkiye üç beş roman, birkaç kafeden ibaret değildir.
Bir konuşmanızda 400 kelimelik dublaj Türkçesinin fecaatından söz ediyorsunuz. Bu kadar kitabın basıldığı ve okunduğu bir dilin kelimelerini kaybedişini nasıl yorumlamalıyız? Yazar ve okur tarafından kelimelerimizi yeniden hatırlamanın yolu nedir?
Kitapların yazıldığı dile bir baksanıza kuzum. Kelime icat eden mi istersiniz, TDK’nın kurallarını onaylamadığı için kendi yasasını uygulamaya kalkan mı, noktasız virgülsüz büyük harfsiz köşe yazarlarının kabul, hatta itibar gördüğü bir ortamda yaşıyoruz. Sözlük kullanma alışkanlığını edinmemiz ve edindirmemiz lâzım. Bakın, Türkçe ile ifade edilemeyecek hiçbir kavram yoktur, meğerki üşenesiniz ya da sözcüğün ilk anlamına takılıp kalasınız ya da Osmanlıcadır diye küçümseyip kendiniz bir karşılık uydurmaya kalkasınız. Hele de çeviri söz konusu olduğunda tembellik diz boyudur. Bir örnek vereyim, “gelmiş geçmiş” diye bir kalıbımız vardır malûm, bu kalıp nicedir “bütün zamanların” şeklinde kullanılır oldu. Neden, çünkü İngilizce “all time”nın harfi çevirisi. Dublaj Türkçesi fecaatı dediğim bu ve bunun benzeri üşengeçliğin sonucudur. Buna bir de cep telefonu Türkçesini ekleyin, ş’ler,ç’ler kaybolsun, şafak olsun “shaphak”, Maçka olsun “Matchka”, rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi “Bye bye Türkçe.”
Benim itirazım eli kalem tutanın hayallerini paylaşması değil “silahlı propaganda” yapmasıdır. Bu yasal ama helâl değildir…
Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Onur Ödülü’nü aldığınız törende yaptığınız konuşmada çok önemli tespitler yaptınız. “Bir kalem darbesiyle atar ergenleri, lümpen ergenleri sokağa döken yazar; alevler afakı sardığında suç mahalinde değilse, olayları evinden seyrettiğini ispat edebiliyorsa yasal olarak suçsuzdur. Ama helâl değildir yaptığı.” Bu tespitin ardından bu yazarlara karşı okuru uyardınız. “İdealize ettikleri yaşam biçimlerine atar ergenlerin sırtlarından, onların hayatları pahasına kavuşmayı içlerine sindirebilen kalem erbabına itirazım var. Tutumları doğaya ve diğer canlılara karşı geliştirilen hükmedici tavrın uzantısıdır. Oysa tarih bizi hayalî ideolojilere düşkünlüğün ölümcül sonuçlarına karşı da uyarır.” Okur böylesi bir yazarı nasıl ayırt edebilir? Eleştirel bir okuma geliştirmenin yolu nedir?
Şöyle söyleyeyim, hiçbir yazar yoktur ki bir dünya görüşü, toplumsal ütopyası, hayali olmasın. Ve bu görüşleri yazılarına bir biçimde sızmasın. En sıradan bir aşk romanında bile yazarın politik duruşunu sezebilirsiniz. Seçtiği karakterlerini buluşturduğu mekânlardan, anlattığı ilişkide kadına ve erkeğe biçtiği rollerden, tanımladığı mutluluk veya mutsuzluk hallerinden, diyaloglarda kullandığı Türkçeden, nasıl bir dünya idealize ettiğini çıkarırsınız. Aslına bakarsanız, toplum mühendisliğine de itirazım yok, nihayet herkesin daha iyi olabileceğini hayal ettiği bir dünya tasavvuru vardır. Eli kalem tutanın hayallerini okurlarıyla paylaşması da doğaldır. Benim itirazım “silâhlı propaganda”ya.
Kelam bütünüyle haysiyettir…
Yine aynı konuşmada “Okumuşların ambargosu altındayız” dediniz. Bunu biraz açar mısınız? Okumak, yazmak ve konuşmak. Bunlardan hangisine daha çok ağırlık verilirse bize ait olanı ayaklandırır, hatırlar, hatırlatırız?
Rahmetli Atatürk’e dair bir hadise anlatırlar. Orman Çiftliği’nin bahçesinde olsa gerek, oturmuş rakısını yudumlamakta, bir yandan da zamanın Maarif Vekili ile bugün hâlâ yaptığımız gibi, ne olacak bu eğitimin hali diye hasbıhal etmektedir. Bir noktada ne demek istediğini anlatamadığını hisseder, duraklar, ilerde nöbet tutan Mehmetçiği çağırır, rakı kadehini gösterir, “Oğlum, bu nedir?” Cevap, “İraki, kumandanım.” Soru, “Mekruh değil mi?” Cevap, “Siz içmeyeceksiniz de kim içecek kumandanım.” Eri gönderir, yaverini çağırır, bu defa ona gösterir, “Oğlum, bu nedir?” Yaver kızarır bozarır, “Siz alkol almazsınız, kumandanım.” Atatürk, Vekil beye döner, yaveri işaret eder, “Bunun gibi okutup yarı aydın bırakacaksanız, hiç dokunmayın Mehmet gibi ummi kalsın.” Diyeceğim, ister okuyun, ister konuşun, ister yazın, bütün mesele samimiyettir, dürüstlüktür. Kelam bütünüyle haysiyettir, hangi formda olursa olsun.
“Milletlerin her işi bırakıp, eşrefi mahlûkat için bir ‘kavramlar sözlüğü’ kotarmaya soyunması gerektiğini düşünürüm.” derken yazarlara hangi görevleri yüklüyorsunuz. Yazar olmanın sorumluluğunu özelikle de yazar adaylarına nasıl anlatırsınız?
Yazmanın, konuşmanın, iletişimin sorumluluğundan bahsetmek daha doğru olur. Yazar adayı olunur ya da olunmaz, twitter cümlesi kuruyor bile olsanız, ağzınızdan çıkanı kulağınız duyacak. Çocuğun daha okumayı söktüğü günden itibaren üzerinde durulması gereken bir meseledir; görev değil, zorunluluk. Eli kalem tutan herkesin, karşılaşabileceği en büyük müşkülün; ne demek istediğini eksiksiz anlatan cümleyi kurabilmek olduğunun ayırdına varması lâzım. Ha, varmaz da ne olur? Bir ömür boyu “Ay ben yanlış anlaşıldım.” diye dolanır, ne hacıya ne hocaya yaranır. Bir de, ben kavramlar sözlüğü derken Birleşmiş Milletler’den söz etmiştim. Özellikle de semavi dinlerdeki ortak kavramları ortaya çıkaran bir sözlükten bahsediyordum, meselâ, İbranice “şalom”un, Arapça “selam” anlamına geldiğini hatırlatan bir sözlük.
Ömrümü ömrünüze katarak sizlere 21. Yüzyıl yolculuğunuzda bir avans sağlamaya çalışıyorum…
“Kızgınlıklarımı tümüyle yok edebilmiş değilim, akranlarımla helâlleşebilmiş de değilim. Bitirmemi bekleyen kitaplar olduğu sürece, topluma olan borçlarımı kapatmış da sayılmam…” derken bitirmeye çalıştığınız kitaptan da söz eder misiniz? Şimdi neyi yazıyorsunuz? Neden?
Nasihatname yazıyorum. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi, lâfı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. yüzyıldaki yolculuğunuzda sizlere belirli bir avans sağlama gayreti içindeyim. Teknoloji, küresel ısınma falan derken önümüzdeki yılları bir elimiz yağda, bir elimiz balda geçiştiremeyebiliriz gibi duruyor. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim açtığım pencerelerden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın. İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olun.
Helalleşmenin yolu, ciddiyet, cesaret, sabır
“Haysiyet cellâtlığı, iftira, itibarsızlaştırma, aforoz, linç vs. vs. bütün bu aşağılık girişimlerini göğüslemek, insanlara duymak istemediklerini söylemeye devam etmekle yükümlüsünüz.” diyen bir yazar olarak şu anda insanlara ne söylemek gerektiğine inanıyorsunuz. Israrla ve tekrarlarla ne söylenmeli?
Bakın, korkak “gerçek”le yüzleşmeyi reddeder, hırçınlaşır. Cahil “gerçek”i idrak edemez, küçümser. Hain kendi çıkarının peşinde, “gerçek”i tahrif eder, saptırır. Halleşmenin tek yolu ciddiyettir, cesarettir ve sabırdır.
Okumak ve öğrenmek fetiş olmalı yazmak değil!
21. yüzyılda bir yazar en çok neyin üzerinde durmalı?
Yazar heveslisi Türk ise önce kendisinin sonra da hasım kültürün cemâziyelevvelini öğrenmek durumundadır, yoksa ne kendi kariyeri, ne kendi toplumu, ne de uluslararası camia için anlamlı olacak üretimi gerçekleştiremez. Kabul etmeli ki, İngilizi de tanımıyoruz, Çinliyi de… Küresel köyde yaşayakalacaksak, hiç değilse Gürcüyü Abazadan ayırt edebilelim. Fetiş olacaksa okumak ve öğrenmek fetiş olmalı, yazmak değil.
Rusya üzerine yazdığınız kitap serisinde dünya nöbeti tutan Rus entelijensiyasından söz edersiniz. Bu “dünya nöbeti” kavramını biraz açar mısınız?
Rus entelijensiyasının ülkelerine ait sorunları edebiyat üzerinden tartışmak temayülünden söz ediyorum. Makale, deneme, bildiri gibi yazın biçimlerinde ahkâm kesmek yerine, dertlendikleri durumu ve önerdikleri çözümü edebiyat mecrasında, roman veya hikâye formatında yazarak iletirler. Daha doğrusu, iletirlerdi. Tolstoy’un Harp ve Sulh’u meselâ baştan sona Fransız-Rus savaşının eleştirisidir. Diyeceğim, Rusya dediğinizde, tıpkı Türkiye dediğinizde olduğu gibi, dünyanın geri kalanını yok sayıp işinize bakamazsınız. Ülkenizin nöbetini tutmak istiyorsanız ister istemez yüksek bir irtifaya tırmanıp hiç değilse komşularınızın da hallerini göreceksiniz. Onu demek istiyorum. Bu bağlamda, hiçbir büyük Rus yazarı yoktur ki, meselâ, Şekspir’i bilmesin. Şekspir’i bilirseniz, İngiliz’i bilirsiniz, İngiliz’i bilirseniz ülkenize dair teklifleriniz daha bir gerçekçi olur gibi bir şeydir.
Vasatistanda tıkılı kalmadan 21.yüzyılı göğüslemeliyiz…
Bir yazar olarak Türk okuruna kazandırdığınız, üzerinde düşünmeyi davet ettiğiniz kavramlardan birisi de “Filistinizm”dir.” Filistinizm”i büyük bir tehlike olarak görüyorsunuz. “Filistinizm, başka bir deyişle paçozlaşmanın önüne set çekmek zorundayız” derken yazarlara yüklediğiniz görevler nedir?
Görev yüklemekten söz edeceksek, sallapatiliğe, ciddiyetsizliğe, mesnetsiz ahkâma set çekmek; yazara, çizere, siyasiye, gazeteciye, şarkıcıya, öğretmene, öğrenciye, memura, sanatçıya, bankacıya, borsacıya, ev hanıma, anneye, babaya, istinasız hepimize düşen üstelik hayati bir görevdir. Yoksa vasatisdanda tıkılı kalır, 21.yüzyılı göğüsleyemeyiz. Onu söylüyorum.
Okumaktan daha çok seyretmenin önem kazandığı bir çağda ikisi arasındaki ilişki dengesi nasıl kurulmalı?
Seyretmek adı üstünde üstünkörü bir eylemdir. Üstünkörü temasın yetmediği, konunun derinine indikçe kendiliğinden ortaya çıkacaktır zaten. Hangi bilim, edebiyat ya da sanat dalında sadece seyrederek ilerleyebilir, birikiminizi arttırabilirsiniz ki? Hiç birinde. Önemli olan, herhangi bir konuda elinden geleni yapmış olmak rehavetine kapılmadan, yapılması gerekeni yapmayı öğrenmektir. Bu gerçek şiar edilirse, şiar ettirilebilirse, gerisi kendiliğinden gelir. Hangi çocuk meselâ virtüöz mertebesinde bağlama çalmayı televizyon seyrederek öğrenebilir? Ya da felsefeyi veya tarihi? Diyeceğim, siz öğrenme hevesini yerleştirmeye bakın, televizyon, iPad neyse artık, eninde sonunda kapatılacaktır. Ha, öğrenme sürecine bir faydası varsa, bırakın açık dursun. Kategorik çözümler yoktur, demeye getiriyorum.