Yazar Güray Süngü: “Haricen söylemem gerek yok herhalde, yazarın ağrısı dediğim aslında yazarın ağrısı değil aslında. Dünyanın ağrısı. Dünyanın ağrısı yazara göre değişir mi diyebilirsiniz burada. Değişir derim ben de. Yazarın bir şeyi hangi zaviyeden gördüğüyle alakalıdır çünkü.”
Okurlarımıza editörlüğünü üstlendiğim Bûtimar Edebiyat Dergisi’nde yazar Güray Süngü ile daha önce bir söyleşi gerçekleştirdiğimize dair bir not eklemek isterim. Kendisiyle özellikle orada dahil etmediğim eserleri üzerinden Litros Sanat için yeni bir röportaj gerçekleştirdim. Güray Süngü’ye sorulacaklar hiçbir zaman bitmiyor. Bu durumu bazı eserlerini ele aldığımda yeniden fark ediyorum. Bazı yazarların eserlerini ne yazsa keyifle okuruz. Süngü, benim için bu yazarlardan bir tanesi. Onunla en son Muhit Dergisi’nde yayınlanan öyküsünden başlayarak, bu çağın hikâyesini yazabilmeyi, yazdığı roman ve öyküleri ve yaşamakla ilgili fikirlerine dair birçok konuyu röportajımızda konuştuk.
İLEM Yazı Kampı’ndaki bir konuşmanızda bu çağın hikâyesini yazmaktan ve sosyal medyanın olumsuz etkisinden bahsettiğinizi hatırlıyorum. Bu konuyu yeniden açmak istiyorum. Çağın götürüleri karşımızdayken bu çağı resmedebiliyor muyuz o hikâyelerde? Doğruyu ve hakikati, belki de olması gerekeni ortaya koyabiliyor muyuz? Büyük Irmaklardan Bile’de her şeyin kendi olmasından bahseden bir cümleniz vardı. Şimdilerde kendi olmak zorlaştı gibi geliyor bana. Ancak o dinginlikten kendi sesimizden uzaklaşıp sağır olabiliyoruz sanki çağın göstergeleriyle?
Bu sorunun içinde birbirleriyle bağlantılı gibi görünen ama öncelikle bağlam gözetmeden izahat gerektiren pek çok şey var. Çağın hikâyesini yazmak bir mesele. Evet, yazar devrinin tanığıdır ve çağın hikâyesini yazmak gerekir. Öte yandan çağın hikâyesi bir kayıt düşmek mi yoksa derindeki bir sorunu var sayıp onu deşmek mi. Bu yazardan yazara değişir. Ben ikincisini tercih ederim. Diğer bir mevzu; sosyal medyanın olumsuz etkisi. Bu doğrudan sosyal medya değil, bu devrin anlayışı, oyuncaklarıyla alakalı bir mesele. Bundan bir sohbet esnasında konuşabiliriz, eser kaleme alırken bağlamı dahilinde ve sebep sonuç ilişkisine dayanarak bir metin inşa etmekten yanayım. Yoksa basit bir eleştiri olur çağa dair. Kitaplar çok pahalı, ya da gençlik nereye gidiyor böyle gibi ne dediği belirsiz, sebep sonuç ilişkisi içermeyen, referanssız saçma bir eleştiri biçimi bu. Kimseye de faydası yok. Sorunun içindeki bir diğer kısım; doğruyu ve hakikati, belki de olması gerekeni ortaya koymak; bu da çok su götürür. Doğruyu biliyorum ve doğru budur, filozoflara yakışan bir şey, sanatçılar hayata böyle bakmaz herhalde. Ben böyle bakmıyorum mesela. Elbette eser bir tema içerir, bir takım iddiaları olur, elbette bir takım tezleri olur ama mesele estetik bir düzlemde ele alınır edebiyat söz konusuyken. Şimdilerde kendi olmak meselesi de, bu türden bir mesele. Çok tartışılır. Çağın oyuncakları da çok, tuzakları da çok ama imkanları da çok. Sen tuzakları görüp ondan mı kaçınacaksın, imkanları görüp onu mu kullanacaksın. Bu tamamen edebiyatçının elinde.
Dönüşüm daha büyük bir romandır
Siz tam bunlardan bahsederken Muhit Dergisi’ndeki Kutu adlı öykünüz aklıma geldi. Yakın zamanda okuduğum bu öykünüz de bana aslında öykücünün gündeminde yer alması gerekenleri düşündürmüştü. Bu öykünün de içinde yaşadığımız dünyaya dair sıkı eleştiri ve tenkitleri içerdiğini düşünüyorum.
Teşekkür ederim. Bu çağa dair bir hikâye olduğu içindir, sizin de sorun ettiğiniz bir şeye dair tespit, soru, tartışma içerdiği içindir. Ama bundan da misal yazarların gündeminde bu olmalıdır diye bir görevlendirme çıkmasına karşıyım. Benim ağrım başımın o tarafında olduğu için başımın o tarafını ovaladım diyelim, başka bir yazarın ağrısı dizinde olabilir. Haricen söylemem gerek yok herhalde, yazarın ağrısı dediğim aslında yazarın ağrısı değil aslında. Dünyanın ağrısı. Dünyanın ağrısı yazara göre değişir mi diyebilirsiniz burada. Değişir derim ben de. Yazarın bir şeyi hangi zaviyeden gördüğüyle alakalıdır çünkü. Bir ülkedeki iç savaş politik bir düzlemde ele alınıp anlatılabilir, makro bir hikâye kurulabilir, ülkeler, kimlikler, kültür, dönem, akımlar. Ahlaki düzlemde de ele alınıp anlatılabilir, Habil-Kabil hikâyesi eğretilemesi bir mikro hikâye olarak. Aslında aynı ağrıdır iki hikâyede de yazmaya sebep olan ama yazarın meseleye baktığı zaviye farklıdır. Ben üstelik burada mikro hikâye denen hikâyenin daha yüksek bir zaviyeden bakış gerektirdiğine inanıyorum, ama edebiyat kamusu tersini iddia eder muhtemelen. Savaş ve Barış mı; Dönüşüm mü daha büyük bir romandır mesela. Aklı başında hiç kimse Dönüşüm demez muhtemelen. Ama benim Dönüşüm diyesim var.
Sizin Dönüşüm’ü seçme sebebiniz altında yatan etkenler nedir peki?
Doğrudan “seçtim” demem, seçmekten yanayım, Dönüşüm diyesim var diyorum bu sebeple. Sebepse açık, fıtrata, yaratılışa içkin daha sade ama daha asli, daha asli değil de, temel bir insani hali içermesi. Yani Savaş ve Barış mesela İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı olsun. Dönüşüm ise Yunus Emre’nin Bana Seni Gerek Seni’si.
Karakterlerim birilerinin içinde yaşıyor
Hiçbir Şey Anlatmayan Hikâyelerin İkincisi’nde En Güzel Yüzün öykünüzü hatırladım. Sevdiğim bir arkadaşımın bana hediye ettiği Deli Gömleği adlı kitabınızı sonra. Tevafuk, arkadaşım içindekiler bölümünde sanki benim o öyküyü çok seveceğimi bilirmiş gibi altını çizmiş. Sizi Görmeliydim adlı öykünüzden bahsediyorum elbette. Bu iki öyküyü birlikte düşündüğümde elbette farklılıklar da var. Ancak bazı insanlardan ya da karakterlerden bahsederken bir başka şairin deyimiyle mürekkebi kurumuyor o masalın. Neler söylersiniz? Sesler, yüzler ve sokakların anlamı ne sizin için?
Hikâyelerimdeki (romanları da hikâyeden sayıyorum) karakterlerin birilerinin içinde yaşıyor olmasına sıkça tanık oldum. Bundan hoşlandım da. Sorunun ilk kısmıyla alakalı söyleyeceğim bu olsun. Sesler, yüzler ve sokaklar ise benim için yorucu. Sesler ve yüzler daha yorucu. Sokaklar daha az yorucu. Ama maalesef böyle de olsa, insanlara ihtiyaç duyuyorum. Çok içerde kaldığım zamanlar Aylin’e diyorum ki, hadi dışarı çıkalım, sosyalleşelim. Bir çarşıya filan gidip kalabalık içinde oturuyoruz ve yoruluyoruz. Sonra eve dönüyoruz yorularak dinlenmiş, aslında meşgale değiştirmiş, bu değişikliğin bir yansımasını bir süre tatmış olarak. Gözlemlemek, insanları izlemek, onların hikâyelerine kapılmak, bana pek uymayan şeyler, öyle olduğu gibi bunun ifadesini de (gözlemlemek, insanların hikâyelerine kapılmak) romantik ve çocukça buluyorum.
Kırılmasından korktuğu için kalbini hiç kullanmadı
Mehmet’i Sakatlayan Serçe Parmağı benim keşke ben yazsaydım dediğim üç dört romanın arasında yer alır her zaman. “Dokunma ki yaşasın.” dediğimiz ne çok şey var hayatta. Bazen de sus ki yaşasın diyorum ben. Bendeki Çiğdem karakterini düşündükçe belki de. Yaşaması için dokunmamak. Yaşaması için susmak. Hayatla, gerçek yaşamla yazmak arasında bazılarımız için kesin bir çizgi mi var?
Hayatla yazmak arası dendiğinde yazmak, hayattan ayrı, hayata ikame, hayatla birlikte bir bütünü oluşturan birer parça ya da her neyse, öyle bir şey gibi mi düşünülüyor da bu şekilde ifade ediliyor. Öyle değil. Yok bu kastedilmiyorsa başka bir kastı varsa, sorunu anlamadığım için cevabım da yok. Bana öyle geliyor ki, duygusal şeyler söyleme saiki anlamın önünde bir duvar oluyor. Derdimiz anlam değilse sorun yok elbette.
Sorunun birinci kısmında kastettiğim aslında şu. Mesela bir insanı ya da herhangi bir şeyi kaybetmemek için ona çok yaklaşmamak gerektiği ile alakalı bir bakış denebilir. “Dokunma ki yaşasın.” ifadesine böyle de bakıyorum.
İnsan demeyelim çünkü yine romantik çağrışımları olur. Bir hikâyede karakterime “bildiğim ne varsa uzaklaşırken öğrendim, unuttuğum ne varsa yaklaşırken unuttum” cümlesini söyletmiştim. Böyle bir şeydi galiba. Ama başka bir hikâyede de şöyle bir cümle kurmuştum, kırılmasından korktuğu için kalbini hiç kullanmadı. Yaşasın diye dokunma, tamam ama dokunmazsan yaşamaz belki. Tabii bunlar yine acayip derecede muğlak şeyler olarak kaldı.
Okurlarımın beni çok sevdiklerini hissediyorum
Tam da bundan bahsediyorum. Peki yaşamaktan ve yazmaktan murat ne olmalı sizce? Hikâyeler yazmaksa aslında roman yazmayı daha çok seven Güray Süngü için bir durakta dinlenme biçimi mi?
Zannetmiyorum. Roman ve öykü arasında dolanıp durdum. Bu hep soru olarak da karşıma çıktı. Bazı şarkılar uzundur, bazıları kısadır. Benim için teknik farkları bir yana, yazma saiki açısından da, yazma hazzı açısından da farklar içeriyor ama bunlar çok şahsi. Üstelik dönemlere göre değişebiliyor. Ama roman için maraton, öykü için mola diyemem asla.
Sayıklar Bir Dilde, dilsizliğimize çare bir eserdi. Yazıldığı dönem itibariyle de bu böyle. Zevkle okudum. Korkuyorum Yaşamaktan ki Çok Güzel’de öykünün kenarına kendi içimden bir şeyler, bir cevap yazdığımı hatırlıyorum, o zamanlar ben de on yedi yaşındaydım diye başlayan satırlar. Buradan şuraya varmak istiyorum. Okurlarınızla aranız nasıl?
Tuhaf bir şekilde çok iyi. Beni çok sevdiklerini hissediyorum. Bana kendimi değerli ve özel hissettiriyorlar. Bunun için ne kadar şükretsem azdır. Huzurlu bir insanım sayelerinde. Özellikle son birkaç yıldır. Kendimle de barıştım biraz.
Hikâye devam etsin istiyor insan
Sizin çok sevdiğiniz bir Zarifoğlu şiiri var aynı zamanda: Ve Çocuğun Uyanışı Böyle Başladı. Bu şiirle alakalı bahsetmek istedikleriniz olur mu?
Roman gibi. Bir Bildungsromanı gibi hatta, değil mi?
Roman gibi olan bu şiir benim de sevdiğim bir Cahit Zarifoğlu şiiri. Röportajımızın sonuna yaklaşırken yeni yayımlanan eserlerinize değinmeyi ihmal etmeyelim. Köşe Başında Suret Bulan Tek Kişilik Aşk ve Vicdan Sızlar adlı eserlerinizin yeni baskıları yayımlandı yakın zamanda. Sizin var olan tüm öykü kitaplarınız ve romanlarınız düşünüldüğünde belli bir resme ya da panoramaya varmak istediğinizi düşünüyorum. Bu yeni baskıların yanında yepyeni eserler de gelecek mi?
Benim de umudum o. Bir bütünün parçaları olmaları. Bir derdim var bir dermana değişmem. Yeni eserler gelir inşallah. Çalıştığım şeyler var. Öykülerim var, birikti epeyce. Yeni bir öykü kitabım çıkabilir yakınlarda. Roman taslaklarım var, yakında birini seçip başlarım muhtemelen, ömrüm olursa bitiririm. hikâye devam etsin istiyor insan.