Yerli komedinin dünyada karşılığı olacak

//
23 dakikada okunur

Absürt komedi deyince akla gelen ilk isimlerden yazar ve yönetmen Selçuk Aydemir: “İlgilendiğim kısım filmin sürükleyiciliği ve başka dillere çevrildiği zaman da bir anlam ifade edebilmesi. Diğer ülkelerde de bir karşılık bulabilmesi… Bir şekilde yerli komedinin tüm dünyada karşılığının olacağına inanıyorum.” diyor.

Komedi türü televizyonda 1990’lı yıllar ve 2000’lerin ilk döneminde aile komedisi olarak seyirciye sunulmuştu. Apartman ve mahalle hikâyeleri üzerinden ilerleyen komedinin yerini 2000’lerin ortalarına doğru sitcom komedisi almaya başlamıştı. Tatlı Hayat ve Dadı ile ilk örneklerini gördüğümüz bu projeler içerisinde en farklı dili kullanan Avrupa Yakası olmuştu. Ancak 2010’lar sonrası dönemde absürt komedi hem televizyonda hem de sinemada yeni bir mizah türü olarak seyirciyle buluşmaya başladı. Bu türü bizlerle buluşturan da Selçuk Aydemir ve Burak Aksak gibi isimler oldu. Üsküdar’a Giderken, İşler Güçler, Kardeş Payı, Düğün Dernek ve Mahalleden Arkadaşlar gibi projelerle kendi mizahını oluşturan ve dizi-filmlerini izleyen herkese, “İşte bu Selçuk Aydemir projesi” dedirten bir anlatım diline sahip olan Selçuk Aydemir, “Bu biraz şeye benziyor; bir oyuncu bir rolü oynar ve o rol üzerine yapışır ya, sonra bunu kırmaya çalışır ve kariyerinde değişik bir döneme girer. Sonra barışır bununla ve tamam, bu da bir renk der. Bende biraz buna benziyor hadise. Çok seviyorum bunu evet… Güzel bir şey bir yönetmen için de tarzı seyircinin görebiliyor olması iyi ama bende daha fazlası olduğuna inanıyorum ve bunu vermeye çalışırken, çok da cesur olamıyorum bundan dolayı… Ben hikâyenin başrol olmasını ve evrensel tonları yakalamasını istiyorum. Artık önceliğim o.” ifadelerini kullanıyor.

Uçak mühendisliği mezunu bir senarist ve yönetmensiniz. Kurguculuktan geliyorsunuz. Ödüllü kısa filmleriniz var. Sinemaya olan bu tutkunuz nasıl başladı? Bir röportajınızda da, “Ben sektörün içerisinde zaman kazanabilmek için üniversite okudum.” demişsiniz. Neden sinema ve televizyon okumadınız da uçak mühendisliğini seçtiniz?

A noktasından b noktasına geleyim. Birincisi ben uçak mühendisliği okurken, gönlümü sinemaya kaptırmadım. Babam, dayım, yengem sinemacıydı. Sülalemizde çok fazla sinema işçisi vardı; büfesinde çalışanından, yer göstericiliği yapanına kadar… Ve sinemalarda büyüdüm. Babamın yanında ilk kez sinemaya gittiğimde beş yaşındaydım. Çok küçük yaştan beri bunu yapmak istiyordum ve yapacağımı da biliyordum. Lisedeyken sözel bölüm açılmadı. Sinema ve televizyon bölümünü seçebileceğim bir şansım kalmadı. Ben o zamana kadar hep sinema ve televizyon okuyacağım diye hayaller kuruyordum. Mecburen sayısalcı oldum, üniversiteyi de bitirmem gerekiyordu. Zaman kazanmam lazımdı. O yüzden aslında şöyle oldu; sinemayı önceledim, uğraştım, hasbelkader araya bir uçak mühendisliği girdi. İyi ki girmiş. Bu arada ben, sayısalcı olduğumu orada öğrendim. Ben sözelci değilmişim. Yani o sınavı da kazanamazdım, o bölümü de bitiremezdim. Analitik bir zekaya sahip olduğumuda orada fark ettim. Velhasılı uçak mühendisliği okumam benim hayrıma oldu. Hem de üniversite eğitimimi tamamlamak da istiyordum. Onu da gerçekleştirmiş oldum.

Yaşadıklarımı yazıyorum

Yazının her alanındasınız. Kitap da yazdınız, oyun da. Yazmak eylemi kimileri için bir çeşit terapi şekli. Ya da yaşayamayıp söyleyemediklerini hayali bir karakterde yaşatıp söyletmek lüksü.  Peki sizin için bu durum nasıl?

Aynısı, sadece şöyle bir fark var; yaşayamadıklarım değil de tam, aslında yaşadığım şeyleri ya böyle olsaydı diyerek yorumluyorum. Bazen de bazı travmalarımın üzerine gidebilmek için, bunları yenebildim mi yenemedim mi deyip  gerçekleri perdeye taşıyabiliyorum ve kitapta yazabiliyorum. Ama kendi eksenimden kopmuyorum. Çok da fanteziye girmeden, hani bir şekilde içeriden, bildiğin yerden yazmanın daha değerli olduğuna inanıyorum. O karakteri içeriden bulup, o olup ve maceranın içerisine o olarak atılıyorum. Ama hep bir alternatif dünya kurma merakımdan kaynaklanıyor bu. Mevcut durumdan memnun olmayan Selçuk, ya şöyle olsaydı der ve hikâye başlar.

Filmin sürükleyiciliğiyle ilgileniyorum

Yeni filminiz Güven Bana’da Erdal Özyağcılar, Zihni Göktay, merhum Yılmaz Gruda gibi büyük isimler yer alıyor. Peki sizin gözünüzden Güven Bana nasıl bir film oldu?

İşin komedisi ile alakalı artık konuşmaya da gerek yok gibi geliyor. Bu kısmı hallettik. Benim biraz daha yakından ilgilendiğim kısım; filmin sürükleyiciliği, başka dillere çevrildiği zaman da bir anlam ifade edebilmesi ve diğer ülkelerde de bir karşılık bulabilmesidir. Aslında çıkış noktam bu ve Güven Bana bunun ilk denemesi. Bir şekilde yerli komedinin tüm dünyada karşılığının olacağına inanıyorum. Nasıl yerli dizilerimiz çok büyük bir patlama gerçekleştirdi ve oyuncularına da yapımcılarına da büyük bir alan açtılar, bir şekilde bu alanla ilgilenen herkese de yepyeni fırsatlar sundular. Ve haliyle ölçekleri de büyüdü, biraz daha büyük hikâyeler anlatabiliyorlar. O bütçeler bir şekilde bunları karşılayabiliyorlar ama komedide ne yazık ki Türkiye’de; özellikle yurt dışına satılamadığı için, büyük bir resesyon var. Gittikçe daralıyor komedinin alanı. Ama çok mahir oyuncular, senarist ve yönetmenler var. Bizim bir şekilde bunun yolunu bulmamız gerekiyor. Güven Banada benim bu konudaki ilk denememdir. Mümkün olduğu kadar hikâyeyi ve karakterin değişimini ön plana almaya çalıştım, espriler buna hizmet etsin istedim. Esprileri seçerken de, bir şekilde başka dillere çevrildiğinde, başka coğrafyanın insanları izlediğinde de tat alabilmesi önceliğim oldu. O yüzden evet, ton olarak farklı. Diğer filmlerim çok lokal espriyle dolu oldu, bu biraz daha hikâyeyi önceleyen ve evrensel tonlara yaklaşmaya gayret gösteren bir film. Seyirci bunu beğenecek ve nasıl karşılayacak bilmiyorum. Alıştığım şeyi bana niye vermedin tepkisiylede de karşılaşabilirim. Çünkü vizyona girmeden önce küçük deneyler yaparak filmi birilerine izlettim ve bu tepki de geldi. Diğer taraftan da evet ya böyle işler de yapmalıydın, geç kaldın diyenler de oldu. Bakalım seyirci nasıl reaksiyon verecek ama ben büyük bir şey denemiş oldum ve çok şey öğretti bana. Sinemamı da bir şekilde buradan öğrendiklerimle şekillendirmek istiyorum. 

Sinemamda özgünlüğü ve özgürlüğü önceliyorum

Peki başından beri niyetiniz hep filmi sinemalarda göstermek miydi? Artık her şey dijitalleşti, biz de o yoldan gidelim diye aklınızdan geçti mi hiç? Çünkü artık dijitalleşen bir dünya var.

Evet var. Sadece şöyle bir şey var; bir şekilde o yaptığınız şeyin sinematik değerinin olmasını arzu ediyorsanız, seyirciyi şaşırtacak ve gördüğü zaman heyecanlandıracak isimlerle çalışmak istiyorsanız ve biraz da hikaye anlatırken özgürlüğünüze düşkünseniz, zaten platformlarla bu filmleri yapamazsınız, olmaz. Biraz daha şablon yapabiliyor olmanız lazım.  İkincisi de, oranın bütçelerine göre dans etmek zorundasınız. Sinemada böyle bir özgürlüğüm var. O nedenle de tercihim mümkün olduğu kadar sinema. Sinemada bir şey izlemenin keyfi ve yerinin apayrı olmasının dışında, sinemaya üretilen bir şeyde oldukça cesur olabiliyorsunuz. Benim bu yeni dönem sinema dediğim şeyde de öncelediğim şey buydu: Özgünlük ve özgürlük. O nedenle filmlerin sinemada gösterilmesi gerekiyor.

Absürt komedi dediğimiz bir mizah türü var. Siz  bu türe kendi imzanızı atarak televizyonda ve sinemada denediniz. Artık sizin projelerinizi izlediğimizde evet bu bir Selçuk Aydemir işi diyoruz. Bu size ne hissettiriyor?

Bu biraz şeye benziyor; bir oyuncu bir rolü oynar ve o rol üzerine yapışır ya, sonra bunu kırmaya çalışır ve kariyerinde değişik bir döneme girer. Sonra barışır bununla ve tamam bu da bir renk der. Bende biraz buna benziyor hadise. Çok seviyorum bunu evet… Güzel bir şey bir yönetmen içinde tarzı seyircinin görebiliyor olması iyi ama ben, bende daha fazlası olduğuna inanıyorum ve bunu vermeye çalışırken, çok da cesur olamıyorum bundan dolayı. Çünkü diğerine yoğun bir talep var. Ne zaman yeni bir dizi yapsam, “Ağabey Kardeş Payı’nın devamını ne zaman yapacaksın?” diyorlar. Ne zaman bir afiş paylaşsam, “Ağabey Düğün Dernek 3 ne zaman gelecek?” diyorlar. Tamam güzel kardeşim yaptık. Hani dün dünde kaldı cancağızım, artık yeni şeyler anlatmak lazım. Ve rejisel anlamda, seyirci dili anlamında da yenilenmek lazım. Yine o iş izlendiği zaman Selçuk Aydemir filmi deniyor ama ben istiyorum ki artık, bu biraz daha evrensel tonlara erişebilsin. O nedenle yavaş yavaş, yapacağım işler de –ki bundan sonraki filmim olan Efsane’de de öyle- bu kulvardan devam ettim. Ben hikayenin başrol olmasını ve evrensel tonları yakalamasını istiyorum. Artık önceliğim o. 

Reyting kaygısından dolayı televizyondan uzağım

Üsküdar’a Giderken, İşler Güçler ve Kardeş Payı… Bu işleri ekrana hazırlarken hiç reyting kaygısı güttünüz mü? Yoksa hayır, ben hiç o taraflara kafa yormadım sadece komediye farklı bir dille yaklaşıp kendi mizahımı aktarmak istedim mi dediniz?

Reyting kaygısı gütmedik ama güzel olan şey şuydu; onun yayıncısı da reyting kaygısı gütmüyordu. Zaten ondan, insanların bir reyting beklentisi yoktu. Kanal da yayınlarken, “Ben değişik bir iş yayınlıyorum ve diğerlerini yayınlarken alternatif mizaha da yer veriyorum.” diyerek yayınlıyordu. Kanalın benden bir reyting beklentisi olmadığı için, ben neden reyting için uğraşayım ki? Ben de mümkün olduğu kadar özgün olmaya çalışıyorum ama artık yeni sistemde bu ne yazık ki mümkün değil. Televizyonlarda eskiden PT-1, PT-2, PT-3 şeklinde üç tane yayın kuşağı olurdu. Üsküdar’a Gideriken PT-3 işidir mesela, 23.30’da falan giriyordu yayına. İşler Güçler 22.00 sularında, Kardeş Payı 22.30- 22.45’ti. Ama şimdi artık tek olduğu için, PT-1 ve hepsi… Süreler 135-145 dakika olduğu için oraya bir türlü böyle bir işle çıkamıyoruz. Artık reyting kaygısı gütmen gerekiyor. O konuda da ne kadar başarılı olurum, bilmiyorum. O yüzden bir süredir uzağım. 

Televizyonun etkisi çok büyük!

Televizyon için yeni bir proje düşünmüyor musunuz yani?

Bir daha düşünmüyor değilim. Televizyonun etkisinin çok daha büyük olduğuna inanıyorum. Seyirciyle belirli bir tarihte buluşmak değil de, haftalık ve periyodik olarak buluşmak büyüleyici bir şey. Nabzını da tutabiliyorsun, çok fazla şey de deneyebiliyorsun. Bu benim sinemamı da hikâye anlatıcılığımı da geliştiriyor. O yüzden istiyorum. Sadece 135 dakikayı kelimenin tam anlamıyla gözüm yemiyor. Yani nasıl becereceğim ben 135 dakikayı, kaç ekip çekeceğiz? 

Ve tabii o kadar süre içerisinde nasıl güldüreceksiniz?

O kadar süre de güldürmeyi zaten geçtim. Yani 135 dakikalık bir iş yapıyorsan, komediden zaten feragat etmek zorundayım; drama – komedi olacak, belki Ekmek Teknesi gibi bir ara-form bulacağım. Ama henüz cesaret edemedim.

Tiyatroya değinelim bir de. Nasıl oldu sahneye atılma süreciniz?

Tiyatro yapmaya karar vermem biraz romantik ve değişik bir süreç oldu. Tiyatro yapmayı düşünmeye cesaret edemiyordum. Ferhan (Şensoy) Ağabey’in vefat haberini aldığımda çok zor bir dönemin içerisindeydim. Eşim göğüs kanseri hastalığına yakalanmıştı, kemoterapi odasındaydım. Öyle bir andı ki benim için… Ve ben sadece, “Tiyatro oyunu yapacağım” dedim. Artık pasif bir direniş miydi yoksa böyle bir vedalaşma yöntemi miydi bilmiyorum. Orada karar verdim, yazmaya başladım. Çok kısa sürede yazıp bitirip hayata geçirdim. Biraz dediğim gibi Ferhan Ağabey’in beklemediğim kaybı neticesinde ortaya çıkan bir şey. Neye tezahür ediyor, psikolojik açıklaması ne bilmiyorum ama şunu idrak etmiştim; Ferhan Ağabey yaşadığı müddetçe tiyatro oyunu yapamazdım. Denk gelir de izler korkusu mu vardı artık bilmiyorum. 

Korkunuzun nedeni tiyatro oyunu yazma açısından kendinize güvenmemeniz miydi?

Tabii ki güvenmiyordum. Konu Ferhan Şensoy ise kendime hiçbir konuda güvenmiyorum. Benim için çok özel bir yeri var. Bana bu mesleği yaptıran Ferhan Şensoy. Bir kitabını okudum ve bütün hayata bakışım değişti. Ondan sonra bütün kitaplarını aldım ve ezberledim. Mesela bazı kitaplarını başlayın okumaya, ben kalanı ezberden söylerim. Garip bir şekilde benim iç dünyama çok sirayet etti, bana bu mesleğin yapılabileceğini gösterdi. Kitapla da güldürülebileceğini gösteren Ferhan Ağabey’dir. Ufuk açıcı bir zihni vardı her şeyden önce, bir süre sonra size çok normal gelen o şakaların mucidi oluyor. Sokağa inen birçok şakanın mucidi oluyor. Yakışıklı ve güzel bir ağabeyimizdi, Allah rahmet eylesin. O yüzden ben yaşadığı müddetçe tiyatro oyunu yapamazdım. Mesela kitabımı okuduğunu söylediğinde elim ayağım titremişti. Mahalleden Arkadaşlar’ı okuduğunu söylediğinde nasıl dedim, gözlerinden öpüyorum dedi, başka da bir şey söylemedi. Bu iyi bir şey demek ki dedim. Ne denir ki yani, gözlerinden öpüyorum dedi.

İkinci oyunu kafamda çevirmeye başladım

Şaşırt Beni sonrası ikinci bir oyun gelir mi peki?

İkinci bir oyun gelir. Ne yazık ki bunun zehrini alan birinin bunu bırakması çok zor. Hatta ufaktan başladım bile. Ama Şaşırt Beni çok iyi gidiyor. Oyuncuları da bir yoklayayım dedim hatta, “Bu sene bitirsek mi, ikinci bir oyuna mı başlasak” diye, hiç gönülleri yok. “Biz bunu oynayabildiğimiz kadar oynamak istiyoruz” diyorlar. Daha tadını alamadılar, daha fazla oyun oynamak istiyorlar. İkna edersem aynı ekiple yapmak istiyorum. İkinci oyunu kafamda çevirmeye başladım.

Önceki Yazı

Halfetili ağıtçı Şahide Bacı

Sonraki Yazı

Perde gazeli

Son Yazılar