Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazar Ali Haydar Haksal eski Ramazan ve bayram geleneklerini anlatırken, “Çevre köylerden bayramda bizim camiye genellikle gelinirdi. Sabah namazında cami ağzına kadar dolar, avluya taşar hatta orası da yetmez dışarıya kilim ve cecimler serilirdi. Evimiz caminin hemen yanı başında olduğundan annem, bayrama iki gün kala hazırlık yapardı. Mahallenin kızları gelir anneme yardım ederlerdi. Su böreği ve baklava açardı. Camiden çıkılınca öncelikle bizim eve gelinir, onlara su böreği ile baklava ikram ederdik. Sonra diğer komşulara sırayla gidilirdi. Her aile kendi tarzıyla ikramlarda bulunurdu. Kimi ceviz, kimi üzüm verir, kimi de özellikle fasulye ve pilav yedirirdi” diyor.
Ramazan ayı, yalnızca oruç tutulan bir dönem değil, aynı zamanda paylaşma ve birlikteliğin en güçlü şekilde hissedildiği zamanlardan biridir. İftar sofralarında bir araya gelen aileler, camilerde kılınan teravih namazları ve sahur vakitlerindeki sıcak sohbetlerle bu ayın bereketini hep birlikte yaşarız. Bayram sabahı ise bu manevi atmosferin zirveye ulaştığı andır. Bayram namazıyla başlayan gün, büyüklerimizin ellerini öptüğümüz, dostlarımızla kucaklaştığımız ve tatlı ikramlarıyla neşelendiğimiz anlarla anlam kazanır. Bu gelenekler, köy ve şehir hayatında farklı şekillerde yaşansa da hepimiz için ortak bir değer taşır. Köylerde bayram sabahı, tek bir caminin etrafında birleşen kalabalıklarla anlam kazanırken, şehirlerde geniş ailelerin bir araya gelmesiyle kutlanır. Bayramlar, yalnızca bir dini vecibe değil, kuşaklar arasında bir köprü kuran, geçmişle bugünü buluşturan özel zamanlardır. Biz de bu birlikteliğin en güzel örneklerinden birini, büyük bir kütüphane içinde yetişen yazar Ali Haydar Haksal’ın çocukluk yıllarına dönerek hatırlıyoruz. Onun anlattıklarıyla, eski Ramazan ve bayram günlerinin sıcaklığını yeniden hissediyor, o günlerin ruhunu yaşatmanın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha fark ediyoruz. Litros Sanat olarak, edebiyat dünyasının önemli isimlerinden Ali Haydar Haksal ile geçmiş Ramazanlar ve bayramlar üzerine derin bir nostaljiye daldık. Haksal, çocukluğunun geçtiği köydeki manevi atmosferi, aile içindeki gelenekleri ve özellikle dedesinin kütüphanesinde kitaplarla şekillenen Ramazan kültürünü anlatırken, bayramların anlamını ve önemini de vurguladı. Yedi İklim dergisinde yaptığı bayram sohbetlerinden, Cahit Zarifoğlu'yla geçirdiği zamanlardan ve yazarlık dünyasındaki dostlarıyla olan bayram geleneklerinden bahseden Haksal, günümüzde ise, Ramazan ve bayramların eski sıcaklığını kaybetmeye başladığını, ancak yine de bu manevi atmosferi yaşatmanın mümkün olduğunu belirtti.
Dedemin odası 10 yıl boyunca derslik olarak kullanıldı
Molla bir ailede, büyük bir kütüphanenin içinde büyüdünüz. Osmanlıca, Farsça ve Arapça kitapların arasında şekillenen Ramazan kültürünüz nasıldı? Kendi çocukluk ve gençlik yıllarınızda ailenizle ve çevrenizle yaşadığınız o eski Ramazanlar ve gelenekleri sizden dinlemek isteriz…
Dedem Müderris İsmail Hakkı Efendi, 1940 yılında rahmetli olmuş. Biz kendisini göremedik. Onun odası özeldi, kütüphanesi vardı, sandıklarda kitapları duruyordu. Duvarlarda çerçevelenmiş hatlar bulunuyordu. Camiyi bizim aile 1850’li yılarda yapmış, evimize elli metre uzaklıktadır. 1930’lu yıllarda cami yıkılmış, harabe olarak duruyordu. Babam, 1951 yılında üç yıllık eğitmen iken, tek başına camiin yapımına girişiyor. Babamın on bir yıl çocukları olmamış. 12. yılda ağabeyim ben ve diğer kardeşlerim peş peşe dünyaya geliyoruz. Annem bana hamile iken camiin inşaatına başlanıyor. Annem hamile haliyle ustalara sırtında taş taşıyor. İskeleden düşüyor bir süre yatmak zorunda kalıyor. Babam eğitmendi, okulu da bizim evde başlatmıştı. On yıl dedemin odası derslikti. Biz bir odadan sınıfa geçiyoruz, abla ve ağabeylerin kucağındayız. Babam aynı zamanda gönüllü olarak camide imamlık yapıyor. Devlet memuru olduğundan şikâyet ediliyor, istifa etmek üzere Kiğı’ya gidiyor İlçe Milli Eğitim Müdürü Bursalı Mustafa Bey babamın dilekçesini yırtıyor görev yerine gönderiyor. İlkokul üçüncü sınıfa kadar babamın yanında okudum, öğretmenimdi. Bizler dedemin kitapları arasındaydık. Babam öğretmen olmakla birlikte cami görevini sürdürüyordu. Sanırım henüz beş altı yaşımda iken, ikindi vakti, babam beni çeşmeden su almaya gönderdi. O zaman evlerde su yoktu. Mahallenin ortak bir çeşmesi vardı. İbriği doldurdum, o arada ağzımı çeşmenin oluğuna dayadım doyasıya su içtim. Oysa oruçluydum, orucumun bozulduğunun farkında bile değildim. Eve geldiğimde babam anladı, annemi seslendi. Gülümseyerek: “Kız gel bak oğlun orucunu bozmuş” dedi. Bu, benim için ilk ve sondu. Ondan sonra orucumu hiç bozmadım.
Annem ve babam sahurda bizi seve okşaya kaldırırdı
Sahurda bizi seve okşaya kaldırırdı, kaldırmasa zaten bir ağlardık, ağabeyimle ikimiz. Diğer kardeşlerim küçüktü. Evimiz köye tepeden bakan bir yerdeydi. İftar vakti babam evimizin toprak damına çıkardı ezan okumak için. Köyün hemen bütün çocukları da evlerde damlara çıkar ezan okunmasını beklerdi. Ağabeyim ve ben elimizde birer zeytin tanesiyle ezanın okunmasını beklerdik. Hele kış mevsiminde karşı köylerde babamın ezan sesi duyulurdu. O köylerde cami yoktu. Ezanın okunmasıyla çocuklar damlardan patır patır atlar evlerine çekilirlerdi. Biz de zeytinimizi yer aşağı inerdik. Teravih namazında hemen herkes camide buluşurdu. Ramazan’da hayat şenlendirdi, gençlerin eğlencelerinde ortalık adeta yıkılırdı.
Köyümüzde ramazanlarda komşular sırayla birbirlerini davet ederlerdi. Henüz köyde o zaman radyo yoktu. Havanın kararmasıyla göz kararıyla iftar ve sahur vakitleri belirlenirdi.
Babam genç yaşta, 43 yaşında iken rahmetli oldu. Biz beş erkek kardeş ve annemi ile bir başımıza idik, yalnız kaldık. Birinci derecede akrabamız yoktu. Ağabeyim on bir, ben dokuz yaşımda idim. En küçük kardeşimiz ise bir buçuk yaşındaydı. Biz o yaşta adeta sanki birdenbire olgunlaştık. Dedemin kitaplarının ve odasının bir maneviliği vardı. İlkokulu bitirdim, annem okula gönderemedi, beş yıl ara verdikten sonra dedemin talebesi Süleyman Güler [Sofi Amca derdik ona], İstanbul’da idi, bize fitre ve zekâtları toplar gönderirdi. Bir yaz köye geldi, dedemin kabrini ziyaret ettik, Cuma namazını eda ettikten sonra cami imamına, babamın dayısıydı “Kâtibi Efendi bu çocuğu İmam Hatip okuluna gönderelim” dedi. On yedi yaşıma girmiştim, artık ortaokula kaydım yapılamıyordu. Kâtibi Efendi’nin oğlu Nurettin Hasköylü Elazığ’da lisede müdür başyardımcısıydı, valilikten özel izin alarak, okul derneğiyle de görüşerek kaydımı yaptılar. Evin atmosferi de benimle birlikte değişti.
Bayramlarda, çocuklarım ve torunlarım için ziyafet hazırlarım
Peki bu sıcak ortamda bayramlar nasıl geçerdi?
Yayladere o zaman nahiye idi, köyümüz Hasköy dışında bir tek orada cami vardı. Çevre köylerden bayramda bizim camiye genellikle gelinirdi. Sabah namazında cami ağzına kadar dolar, avluya taşar hatta orası da yetmez dışarıya kilim ve cecimler serilirdi. Namazla birlikte coşku giderek artardı. Teşrik tekbirleri köyde adeta çınlardı. Evimiz camiin hemen yanı başında olduğundan annem, bayrama iki gün kala hazırlık yapardı. Bizim mahallenin kızları hemen hepsi gelir anneme yardım ederlerdi. Su böreği ve baklava açardı. Camiden çıkılınca öncelikle bizim eve gelinir, onlara su böreği ile baklava ikram ederdik. Sonra diğer komşulara sırayla gidilirdi. Çocuklar ve gençler ise en baştaki evden başlanır köyün en alttaki eve kadar bayram ziyaretlerinde bulunulurdu. Her aile kendi tarzıyla ikramlarda bulunurdu. Kimi ceviz, kimi üzüm verir, kimi de özellikle fasulye ve pilav yedirirdi.
Bir röportajınızda köyünüzde yalnızca sizin caminiz olduğu için çevre köylerden, hatta Alevi köylerinden bayram namazına gelenler olduğunu söylemişsiniz. Bu toplumsal birlikteliğin sizde bıraktığı en güçlü iz nedir?
Hasköy son Sünni köy. Komşu köylerimiz alevi. Oradan kiminin köyümüzde akrabası var ise akşamdan gelir kimileri de sabah erkenden gelirdi. Sünni ile Alevi köyler arasında asla bir çatışma, gerilim olmuyordu. Hatta araziler bile iç içeydi. Camide cemaat birbiriyle bayramlaştıktan ve kimi evlere de ziyaretlerde bulunduktan sonra giderlerdi. Bizim bu köylerdeki yakınlık, birliktelik hâlâ devam ediyor. Kız alıp veriliyor, evlilikler yapılıyor. İstanbul’da cenazelerde, mevlit ve düğünlerde bir araya geliniyor. Özellikle cenazelerde çok kalabalık olunur ve o dayanışma devam ediyor.
Bir yazar olarak kelimelerle, bir dede olarak duygularla köprüler kuruyorsunuz. Torunlarınıza nasıl bir bayram geleneği aktarıyorsunuz? Onlarla bayramları nasıl geçiriyorsunuz?
Kent hayatı elbette köy hayatı gibi olmuyor. Biz beş kardeş birbirimize çok yakın oturuyoruz. Çocuklarımız ve biz kardeşler o ruhu sürdürme çabası içindeyiz. Çocuklarımız çok iyi anlaşıyorlar. Sekiz yıl öncesine kadar annem hayatta iken onda buluşurduk. Şimdi ise biraz da benim sağlık sorunlarımdan öncelikle bana gelinir. Ben de bayramın ikinci günü kardeşlerime giderim. İlk gün çocuklarım torunlarla birlikte bana gelirler. Hepsinin bayram harçlıkları hazırdır. Evde onlar için bir ziyafet hazırlanır. Bayramı bayram olarak geçiririz. Akrabalarımız ve komşularımızı yaşça bizden büyük olanları mutlaka ziyaret eder bayramlaşırız. Gidemediklerimiz ya da İstanbul dışındakilerle telefonla bayramlaşırız.
Yıllardır edebiyat dünyasının içinde yer alıyorsunuz. Yedi İklim dergisinde Ramazanlar ve bayramlar nasıl geçiyor? Dergide kendinize özgü bayram gelenekleriniz var mı?
Yedi İklim’de bayramlaşırız her bayramın üçüncü günü. Genellikle saat 15.00’da buluşur geç vakte kadar birlikte oluruz. Sohbet ve ikramlarla geçer bayramımız. Ramazan’ın ilk Cuma günü Yedi İklim ailesi ile iftarımızı açarız. Bu bir gelenektir. Yedi İklim bünyesindeki Meva Kafe’de ramazan boyunca öğrencilere, yetimlere iftar verilir.
Cahit Zarifoğlu’nun bayram şenliği bir başka olurdu
"Yedi Güzel Adam" ile birlikte geçirdiğiniz Ramazan ve bayramlardan unutamadığınız hatıralar var mı? O dost meclislerinde Ramazan nasıl yaşanırdı, bayramlar nasıl kutlanırdı?
Mavera yazarları ağabeylerim genellikle Ankara’da idiler. Onlarla ancak telefonlaşarak bayramlaşırdık. Rahmetli Cahit Zarifoğlu İstanbul’a taşınınca ailecek görüşürdük. Hemen her bayramda onun evine giderdik. Ya da kayınpederi Kasım Hocaefendi’de buluşurduk. Cahit Bey çocukları çok severdi. Onlarla çocuklaşırdı. Bayram şenliği bir başka olurdu. Cahit Bey rahmetli olunca eşim ve çocuklarımla her bayramda evlerine gittik uzun süre. Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yönelişler dergilerinde yazan İstanbul’da yaşayan arkadaşlarımızla bayramlarda mutlaka bir arada olurduk. Diriliş’te bayramlaşma günleri olurdu mutlaka.
Bayramlarda yüzlerde tebessümler oluşmalı
Ramazan ve bayramlar yalnızca bireysel ibadet ve aile içinde kutlanan zamanlar değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın bir parçasıdır. Bugün bunlar ne yönde değişti? Sizce bayramların anlamını yitirmemesi için neler yapılmalı?
Ramazan ve bayramların maneviliği bir başka oluyor. Biz köyden İstanbul’a gelince Üsküdar’a yerleştik. Buradan çıkmadık, evlendik, çocuklarımızı burada büyüttük. Üsküdar’ın manevi ruhu oldukça zengin ve kuşatıcıdır. Bu ruh her haliyle duyumsanır. Komşularımızdan kopuk değiliz. Bu manevilik insanları yakınlaştırıyor. Selam verme insanları yakınlaştırıyor. Sokağınızda tanımadıklarınızla da selamlaşabiliyorsunuz. Çünkü artık yüz aşinalıkları oluyor ister istemez. Varlık bakımında burjuva ağırlığı olunca ister istemez kopuşlar yaşanıyor. Gene de insanlar hemen her koşulda ve durumda bayram gibi manevilikleri kısmen de olsa duyumsuyor. Yüzlerde tebessümler ve göz ışıltıları oluyor.
Yorum Yaz