Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
“Fesleğenler kokar, sardunyalar kızarır
İstanbul sereserpe önümde geceye karşı
Gemilerden, fabrikalardan düdükler
Şimdi bir tren kalkar Sirkeci’den bilirim.
Alacakaranlıkta kıpır kıpır gölgeler
Sesler gelir yakın sinema bahçesinden…”
Turgut Uyar, Edirnekapı Üstüne Şiir’de seslerden söz ederken şehrin sokaklarını da dinler aslında. Ben de adımlarımı izlerken gözlerimin yanı sıra kulaklarımı hatırlıyorum. Bir şehrin sesini işitmek, o şehre ait olmanın bir biçimi çünkü. Gezdiğim ülkeler ve gittiğim her şehrin kendine ait bir sesi var. Her insanın, her dilin, havanın, müziğin, resmin, taşın bir sesi olduğu gibi… Ve bu ses nasıl her insanda başkalaşıyor ve insanın kimliğinden bir notaya dönüşüyorsa her şehrin bir kendi sesi var. İstanbul’un sesin poetikası üzerine bu yazı dizisine yıllardır duyduğum sesleri kaydetmek için başlıyorum. Yani, sesi açıyorum.
Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında Galip, İstanbul’un labirentlerinde dolaşırken aslında bir sesin peşinde. Vapur düdükleriyle bölünen anlatı, şehrin ses ritmiyle ilerler. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ında ise tramvay zili, C’nin iç sıkıntısının fonudur. Her zil, onun bir kadın bakışına yetişemediği, bir sokağı ıskaladığı anı hatırlatır. Bir bakıma, şehir romanlarında ses, görünmeyen bir karakterdir. Tıpkı Joyce’un Ulysses’inde Dublin’in sabah kalabalığında yükselen at arabası sesleri gibi; ya da Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’inde şehir saatinin vuruşları gibi. Ses, zamanı ölçer; insanın iç zamanıyla dış dünyanın ritmini hizalar.
Modernite görsel kültür olmanın yanında işitsel kültürdür de. Ses, sadece fonetik bir unsur değil; sosyal, teknolojik ve estetik bir kültür biçimi. Genellikle modernite anlatıları “optik paradigma”ya, gözlem, görüntü, vitrin, sinema, perspektif gibi kavramlara odaklanıyor. Sesin de en az görüntü kadar belirleyici olduğunu düşünüyorum. Büyük yazarlar mesela Ahmet Rasim’de bu belirleyiciliği görürüz. Şehri ve zamanı tüm anlamları, katmanlarıyla yakalar onlar. Isırır, tad alır, koklar, öyle koparıp atar. Sokakları, insanları görüntü ve sesleriyle işlemişlerdir metinlerine. Tüm duyuların farkında olan metinler bunlar, her biri İstanbul’u anlatır. İstanbul sesleriyle de bambaşka bir şehirdir.
Sait Faik’in Havada Bulut’unda ada sokaklarının, balıkçıların, martıların sesi mekân betimlemesinin ötesinde karakterlerin iç dünyasını da yansıtır. Ada’nın rüzgârı, denizin hışırtısı, yalı duvarlarına vuran dalga sesi… Hepsi, sessizliğin içindeki bir anlatıdır. Orhan Pamuk’ta sokak, vapur, cam silenlerin fırçaları, kaldırımdaki ayak sesleri; iç ve dış mekân arasındaki sınırı geçirgen kılar. Ahmet Rasim’in pasajlarındaki kapı gıcırtısı, tramvay çanı, sokak satıcılarının sesi ise şehrin ritmini kurar. Her şehrin kendine özgü bir “akustik hafızası” vardır. Her ses, kendi zamanını taşır. Sait Faik’in Burgazadası’nda duyduğu rüzgâr sesiyle, Tarkovski’nin Nostalghia’sında yankılanan ayak sesleri aynı şeyi fısıldar: Zaman sesle ölçülür. Yankı, zamanı uzatır. Bir ses yankılandıkça hatırlanır, hatırlandıkça mekâna dönüşür. Bir şehir, yankısını yitirirse hafızasını da kaybeder.
İstanbul’un seslerini yer yer anlatacağım bu köşede başlangıç için insan seslerinin çarpışmasının (çığlıklar, kahkahalar, konuşmalar, sokak satıcılarının sesleri, toplu taşıma, pasajlar vb.) modernitenin “ses cehennemi”ne dönüşmesini, sesin hafızasını, mekâna ve belleğe yansımalarını ele alacağım.
Yankı kenti İstanbul
İstanbul, “yankı kenti”dir. Bu şehirde hiçbir ses tek başına kalmaz; bir diğerine temas eder, çoğalır. Sabah ezanıyla birlikte kalkan martılar, Galata Köprüsü’nde balıkçıların mırıltıları, Karaköy tünelinde yankılanan ayak sesleri, Kadıköy vapurunun düdüğü, Üsküdar rüzgârının taş duvarlara çarpışı… Hepsi aynı senfoninin parçalarıdır. Ama elbette sesin olduğu yerde sessizlik de var. Her ses, bir sessizlikten doğar ve yine bir sessizliğe döner. Bu yüzden şehirdeki en derin ses, belki de bir anlık duraksamadır. Bir ara sokakta, bir pasajda, eski bir dükkânın vitrininde yankılanan o küçük boşluk: orası şehrin kalbidir de.
“Vapur gürültüsüz ayrılır limandan / Cümle hatıralar beraberimdedir...” Sanayi Devrimi’ne ve onca itirazlı sese rağmen kulağıyla bakan ve görenler için gürültüden fazlasını anlatır İstanbul. Turgut Uyar’ın bu dizeleri, sessizliği hatırlatır.
Ses çalışmaları, sound studies, şehirdeki seslerin yalnızca “gürültü” olarak damgalanamayacağını söyler. R. Murray Schafer’in öncülüğünü yaptığı soundscape studies açık mekân seslerini “akustik çevre” olarak tanımlar: şehirdeki her ses, hoş, rahatsız edici, temiz ya da kirli, mekân ve deneyim için anlamlıdır; hafıza, aidiyet, kayıp ve sessizlik arasında sürekli bir gerilim taşır. Şehir sesi sadece dıştan alınan bir uyaran değildir edebî ve sinematik metinlerde dönüşür, kırılır, yeniden biçimlenir; kişinin iç sesiyle birleşir, yankılanır, sessizliğe gömülür. Bu dönüşüm, kapalı mekânlarda içe göç eden seslerle; açık mekânlarda sokak, deniz, ulaşım sesleriyle ortaya çıkar. Modern romanlarda toplu taşıma, metro, çoğu zaman insanın kendi bilinçaltına inmesinin metaforudur. Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında olduğu gibi, karakterler metronun o karanlık tünellerinde kendi iç karanlıklarına dokunurlar. Paul Auster’ın New York Üçlemesi’nde trenler yalnızca yer değiştirmenin değil, kimlik değiştirmenin de araçlarıdır. Her durakta bir kimlik, bir ses, bir yüz kaybolur. Bir yanda vapurun romantik uğultusu, bir yanda tramvayın nostaljik tınısı, öte yanda metronun içe kapanık uğultusu... Şehir, bu üç ses arasında bir müzik kurar. Hepsi birer cümleye dönüşür, romanların satır aralarında yankılanır. Peki, edebiyatçıları bu seslere çeken şey nedir?
Estetik huzursuzluğun sesi
Virginia Woolf’un Dalgalar’ında “Trafiğin gürültüsü, bu tarafa ve o tarafa geçen, birbirinden ayırt edilemeyen yüzler beni rüyalara sürükler; yüzlerin özelliklerini silip süpürür....” derken, trafiğin uğultusunu bir rüya hâline dönüştürür. Mrs. Dalloway’de Clarissa’nın evden çıkarken duyduğu şehir gürültüsü arabalar, otobüsler, müzik, insan sesleri bir “uproar”, yani kargaşa olarak anlatılır. James Joyce’un Ulysses’inde “Tramvaylar birbirlerini geçiyordu, gelenler, gidenler, çınlayarak...” cümlesiyle tramvay seslerinin çınlayan doğası yakalanır.
Endüstri Devrimi, trenlerle, fabrikalarla, makinelerle şehirleri doldurdu; doğal seslerin yerini mekanik gürültüler aldı. Gürültü artık modernitenin icadı ve sessizlikse duyabilen için bir istisna. Modern sesin sınırlarını düşünürken fark ettim ki, onu tanımlayan şey yalnızca içerdiği değil, dışladığı unsurlardır da: sessizlik, doğa, uyum, netlik... hepsi eksildi. Buharlı makinelerin, telgrafın, lokomotiflerin sesi modern yaşamın temposunu belirlerken insan kulağı da bu yeni dünyaya uyum sağladı. Demir yollarının yaygınlaşmasıyla birlikte, lokomotiflerin çıkardığı sesler ve buhar makinelerinin gürültüsü, insanların iş ve yaşam ortamlarını yeniden şekillendirdi. Modern sesin mekanik öğeleri arabalar, tramvaylar, makineler araba korna sesleri gibi unsurlar ayrıca şehirlerdeki fabrika, makinelerin çalışması sesleri vs. dönüştü. Modern ses, uyumdan çok çoğulluk, hatta huzursuzluk barındırır. Bu yüzden modern sanat ve edebiyatta ses temsil edilmesi güç, parçalı, çok anlamlı bir deneyim hâline gelir. Şehir, korna sesleriyle, metro anonslarıyla, sokak çalgıcılarıyla, ezan ve çan sesleriyle, reklamlarla örülür.
Tüm bu sesler, modernitenin birlik değil, çoğulluk ve kakofoni içerdiğini gösterir. Luigi Russolo’nun 1913 tarihli “Gürültü Sanatı” manifestosu, müzikte armoniyi terk edip endüstriyel sesleri estetik bir malzeme olarak kullanmayı önerir. Kafka’nın metinlerindeki böcek vızıltısı, gıcırtı ya da fısıltılar da modern insanın içsel tedirginliğine işaret eder. Tam da bu yüzden, modern sanatta ve edebiyatta ses, temsil edilmesi zor, parçalı, çok anlamlı bir deneyim hâline gelir. Ve belki de İstanbul’un kimliği, tam da bu kakofonide; vapur düdüğüyle korna sesinin birbirine karıştığı o anda duyulur. Belki de şehir, Tanpınar’ın dediği gibi, “zamanın sesi”dir. Ve o ses, vapur düdüklerinde, tramvay zillerinde, metro anonslarında hâlâ konuşur bizimle ve bizimle susar...
Yorum Yaz