“Minyeli Abdullah”, “Birleşen Yollar” filmleriyle, “Küçük Ağa”, “Kuruluş Osmancık” dizileriyle hem Türk sinemasında hem de Türk televizyonlarında milli ve manevi değerleri anlattı. Filmleri gönülleri yakaladı. İçleri ısıttı. Bir yandan da öncü oldu ve yeni bir yol açtı. Vefatının 15. yılında gönüllere dokunan filmlerin yönetmeni Yücel Çakmaklı’yı; yönetmen Nazif Tunç, sinema yazarı İhsan Kabil ve akademisyen Mesut Bostan Litros Sanat’a anlattı.
Birkaç zamandır zihnimi “Kültür sanat insanlarını neden vefat yıldönümlerinde anmayı bu kadar önemsiyoruz?”sorusu kurcalıyor. Yaşarken gerekli hassasiyet gösterilmediği için bir iade-i itibar mı yapılıyor yoksa kolayımıza geliyor. Bilmiyorum. Bir cevap bulmuş değilim. Ama şunu da fark ediyorum. O anmalarla o isimleri hiç bilmeyen insanlar onları da öğrenmiş oluyor. Ve aslında eserlerinin kıymeti biliniyor, fark ediliyor. Yaşayan, fidan veren bir hale geliyor. Vefat yıldönümlerinin bizler için önemi de buradan kaynaklanıyor olma ihtimali var. Kolaya kaçmak değil de mirası canlandır ve fark ettirme olarak bir cevap ortaya çıkıyor. Yönetmen, sinema eleştirmeni Yücel Çakmaklı’nın 23 Ağustos vefatının 15. yıl dönümü. Onun sinemamıza katkısı unutulmaz, paha biçilmez. Aynı noktalardan anmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Ben de yönetmen Nazif Tunç’a, sinema yazarı İhsan Kabil’e ve akademisyen Mesut Bostan’a; Çakmaklı ile nasıl tanıştıklarını, sinemamız açısından onu nereye koyduklarını ve mirasının ne olduğunu sorduk. Onlarda Çakmaklı ile tanışmalarını, sinemamız için önemini ve mirasının ne olduğunu anlattılar.
Anadolu’ya kamera Yücel ağabeyle gitti
Nazif Tunç (Yönetmen): Odağında Anadolu inanç geleneğinin, irfani duyuş ve yaşayışının, kadim Anadolu macerasının perdede var olabilmesi yolunda sağına soluna bakmadan, kınayanın kınamasına aldırmadan, ilk adımları atmış Müslüman bir sinemacıdır… Özellikle sinemanın yerli ve gelenekli kaynaklarının, fikirleri ve zihinleri bulandıranlara karşı korunması kavgasında, Anadolu insanının kültürünü ve kimliğini filmlerinde var etme çabası çok kıymetlidir. Uzun sürmüş yoksunluğun, dışlamanın, kuraklığın ardından yapabildikleri yeter ona. Çakmaklı, Anadolu sinemasının kurucusuydu. Öncü bir isimden bahsediyoruz. Sinemadaki yerli ve milli duyuştan, sağına, soluna bakmadan Anadolu insanının imanını ve maneviyatını filmlerinde yaşatmayı amaç edinmiş bir ‘sinemanın sarıklı mücahidinden’ bahsediyoruz.
Yücel ağabey benim gönlümde zaten maya tutmuş bir yönetmendi ve 1980’li yıllarda İstanbul’a gelir gelmez, onun etrafına nasıl yaklaşabilir ve kendisiyle nasıl ilişki kurabiliriz diye fırsat kolladım. Yücel ağabey dost canlısı bir insandı. Kendisi de Anadolu çocuğu olduğu için sinemada çok güç ilerlemiş, çok zor bir yerlere gelmiş. Bundan ibret alan bir insan gibi kendisine yaklaşmaya çalışan Anadolu’nun o kara çocuklarına yardımcı olmayı çok isterdi. Yücel çakmaklı kamerasını Anadolu’ya götürdü. Çakmaklı Anadolu’ya daha önceden de gitmişti. Anadolu’ya kamera Yücel abiyle gitti demek istediğim. Ama Anadolu’nun camisinde namaz kılan, mütedeyyin Anadolu insanlarını yansıtmak derdindeydi.
Senaryo sıkıntısı çekiyoruz
Elbette ki alkışı, başarıyı, ödülü bekler sanatçı. Marifet iltifata tabidir ama biraz da illa hasılat rekorları kıran filmler, ses getiren- ödüller alan filmlerin dışında şu da benim hayatımın bir düsturudur, ben biraz da ahirette alacağım ödüller için de film yapıyorum. Ödülünü, karşılığını orada bulacağım filmler için de çabalıyorum. Büyük hasılat rekorları kıran filmler yapmayı kim istemez? İster elbette ama ben hasılat rekorları kıracak filmler yapayım diye duruşumu, istikametimi değiştiren bir insan olmak istemem. Çünkü değişmeyen bir şey vardır insanlarda. En kadim medeniyetlerden, en kadim topluluklardan bu yana iyiliği, merhameti ve paylaşmayı öneren her şey değerli olmuştur. Baktığımızda biraz da filmlerimizin böyle bir tarafı var. İyilik öyküleri, iyi insan olmak, erdemli, fedakâr, merhametli olabilmekle ilgili, karakterleri bu duygular etrafında döndürmekle ilgili bir çabamız var. Ama senaryo sıkıntısı çekiyoruz hala. Hikayeler çarpıcı değil, aynı sakızı çiğneyip duruyoruz, yeknesaklık göze batıyor.
Onun küçümsenmeye çalışıldığını hatırlıyorum
Kayıtsız şartsız batı sanatının, batı sinemacılığın borazanını öttürenler var… Ortalık toz duman. Tam bir bozgun hali içindeyiz. Sanatçılarımız, aydınlarımız ‘mektepten memlekete dönen’,‘eve dönen adam’ olmadıkça suyun yatağını bulmasını kolay değil. Elbet sinemanın kendi toprağıyla, Anadolu Müslümanıyla, insanıyla, irfan ocaklarıyla, geleneksel sanatlarla bağı güçlendikçe özlenen sinema da doğacaktır. Bütün bu yazılanların ve çizilenlerin dışında, Yücel Çakmaklı’nın kendi nesli içerisinde bile, -bırak karşı tarafta duranları-, kendi muhafazakâr yönetmen ve sinemacı arkadaşları tarafından küçümsenmeye çalıştığını hatırlıyorum. Geriye baktığımızda dağ gibi koskoca bir yönetmen var ortada mesela “Memleketim” filminde Tarık Akan ve Filiz Akını oynatmıştır. Tarık Akan, devrimci ve sol sinemanın liste başı oyuncularından biri olmasına karşın, gelip “Memleketim” filminde oynamıştır. Bu Yücel Çakmaklı’nın geçimli, birleştirici, barışçıl ve zıtlıkları bile hayra çeviren yönüyle alakalıdır. Her senaryoya itibar etmezdi. Toplumunun yarasını sızını perde de gösterecek susamışlığını dindirecek hikâyeleri, romanları bulur onları çekerdi. Tarık Buğra, Hekimoğlu İsmail, Şule Yükseller, Peyami Safa gibi ustaların eserlerinin sinemaya aktarılmasında önemli rol oynamıştır. Kültürel ve maneviyatla ilgili nelerin seyirciyle buluşacağını bilen bir sinemacıdır…
Kimsenin kayıtsız kalmadığı filmlerde imza attı
Mesut Bostan (Akademisyen): Yücel Çakmaklı farklı dönemlerdeki filmleri ve dizileriyle farklı kuşakların hayatında yer etmiş bir yönetmendir. 90’lı yıllarda “Kanayan Yara Bosna” dizisini televizyonda izlediğimi canlı bir şekilde hatırlıyorum. Yine o dönemde “Küçük Ağa”yı ve “Sahibini Arayan Madalya”yı izlemiş olmalıyım. Çolak Salih karakterinden çok etkilenmiştim. O dönem Ömer Seyfettin’leri döne döne okuduğum süreçte bu karakterin trajik başlayıp sonra iyileşen ruh dünyası dimağımda edebi bir tat bırakmıştı. Çakmaklı’nın Milli Mücadele’ye odaklanan yapımları yine o süreçte okuduğum Necip Fazıl’ın tarihi figürlere dair kitaplarıyla birlikte bana tarihe bakışta farklı bir perspektif sağlamıştı. “Minyeli Abdullah”ı da birçok başka filmle birlikte o dönemde videodan izlemiştim. Tabii bu yapımları yönetmenini bilerek izlemiş değildim. Televizyonda izlediğimiz diğer Türk filmleriyle birlikte onlardan kısmen ayrışarak aile çevremizin gündemine yaklaşsa da nihai olarak çocukluğumuzun geniş anlamdaki kültürel atmosferine mal olmuş yapımlardı bunlar. Çakmaklı sinemasının 70’li yıllardaki filmleri içerecek şekilde tekrar gündemime girmesi ise, ne yazık ki geç bir biçimde, yüksek lisans döneminde oldu. Sinemayı toplum, kültür ve siyasetin kesişiminde entelektüel bir bağlam olarak görmeye başladığımda Çakmaklı’nın eserleri, düşüncesi ve hayatı Türk sinemasını anlamak açısından merkezi bir mesele olarak öne çıkmıştı. Bizden üst kuşakların Çakmaklı sinemasıyla karşılaşma biçimleri ise daha farklıydı. Sinemaya mesafeli bir toplumsal grup için “Birleşen Yollar” sinemada izlenen ilk film oldu. Okur yazar ve üniversite öğrencilerinden oluşan bir diğer grup ise sinemaya gitse de özellikle Türk filmlerini izlememeye yeminliymiş gibi bundan kaçınan sinema seyircilerinden oluşuyordu. “Birleşen Yollar”ı seyredip tatmin olmayan bu seyircinin kendine yakın bulduğu film de “Memleketim” oldu muhtemelen. Dolayısıyla 70’li yıllarda gençliğini geçiren kuşağın hayatına şu ya da bu şekilde dokunmuş filmlerdi Çakmaklı’nın filmleri. Ve bu durum sadece belirli bir çevreyle de sınırlı değildi. Çakmaklı’nın televizyon yapımlarından Küçük Ağa sinemada gösterdiği başarının bir benzerini televizyonda gösterse de diğer televizyon yapımları ve 90 sonrasında yaptığı sinema filmleri herkesin hayatına dokunmak konusunda 70’li yıllardaki filmleri kadar başarılı değildi.
O’na yönelik ilgi gerçeğe dönüşemedi
Yücel Çakmaklı Türkiye’de sinemanın hâkim kültürel pratik olduğu bir dönemde geniş seyirci kitlesine ulaşabilen bunu da kendi düşünce dünyasının izlerini taşıyan filmlerle yapabilmiş nadir yönetmenlerden biridir. Bu anlamda kendisiyle karşılaştırılabilecek tek örnek Yılmaz Güney olabilir. İkisi de sinema alanına dışarıdan gelmiş figürlerdir. Yani o döneme kadar Türk halkıyla yoğun ve sıcak bir ilişki kurmuş sinemayı ortaya çıkaran şehirli ve orta sınıf kadrodan farklı olarak Türk sinemasının seyircisiyle benzer bir kökenden geliyorlardı. Sinema alanına dışarıdan gelmenin bir sonucu olarak da sinemaya girişleri ile yönetmen olarak film çekmeleri arasında önemli bir süre vardır. Bir bakıma mevcut sinema ortamında yönetmenlik konumuna rüştlerini ispat ederek ve kendilerini dayatarak gelmişlerdir. İkisi de kendi filmlerinin yapımcılığını finansal anlamda kendileri yapmışlardır. Yine kendilerinden sonra gelenlere farklı şekillerde de olsa ön ayak olmaları söz konusudur. Güney’in kendisinin devamcısı sayılabilecek sinemacılarla ilişkisi Yılmaz Güney’le Yasaklı Yıllar kitabında anlatılır. Yılmaz Güney efsanesi bir şekilde gerçek Yılmaz Güney’in üstü örtülerek büyütülmeye devam edilirken Yücel Çakmaklı’ya yönelik protokol düzeyindeki ilgi ise gerçek bir ilgiye dönüşmemektedir. Yapılabilecek birçok çalışma, hazırlanabilecek kitap ya da düzenlenebilecek sempozyum varken ve bu tür faaliyetler için her tür imkânın seferber edilebileceği bir ortam söz konusuyken Yücel Çakmaklı sineması entelektüel bir mesele olarak kimsenin gündemine gelmemektedir. Bunun istisnası olarak Sadık Battal’ın Çakmaklı hakkında çektiği belgesel ve geçen sene bir belediyenin düzenlediği panel sayılabilir. Çakmaklı’ya dair yayınlanan tek kitap ise farklı düşünce dünyasından gelen ve yönetmenin düşünce dünyasına dahil olmalarına imkân tanıyacak bir düşünsel esnekliğe sahip olmayan iki sinema eleştirmeni tarafından hazırlanmış ve bu durumun sınırlılıklarını üzerinde taşıyan bir eserdir. Çakmaklı’nın sinemada ve televizyon alanında açtığı yolu pratik düzleminde düşünecek olursak bu yolun daha çok işin toplumsal etkisiyle ilgili kişilerce kapatıldığını söylemek daha doğru görünüyor. Son zamanların çok tartışılan “Kızıl Goncalar” dizisi mesela bir tür “Kızım Ayşe” uyarlaması gibi. Ama siyaseten durduğu yer Çakmaklı sinemasının nerdeyse zıddına tekabül ediyor.
Sinemayla ilişkisi otantiktir
Yücel Çakmaklı Türk sinemasında halkın zevki ile halkın siyasetini belki de en iyi şekilde birleştirmiş yönetmendir. Türk sinemasında yönetmenler genelde sinema pratiği içerisinde yoğrularak halkla ilişki kurmayı öğrenmişlerdir. Çakmaklı ise halkın kültürel eğilimlerini bilerek sinemaya gelmiştir. Daha ilk filmiyle geniş seyirci kitlesine ulaşabilmiş olması biraz da bunun göstergesidir. Çakmaklı 60’lı yıllardan itibaren içerisinde bulunduğu camianın köşeli eğilimlerinden farklı ve daha gelişkin bir kültürel zihniyete sahiptir. Her şeyden önce iyi bir sinema seyircisidir. Sinemayla ilişkisi aydınların araçsal yaklaşımından farklı olarak daha otantiktir. “Birleşen Yollar” ve sonrasındaki filmlere yönelik önceleri örtük sonraları daha açık eleştirileri getirenlerin çektiği “Gençlik Köprüsü” gibi filmler onun sinemaya dair zevkinin ve yetkinliğinin onu eleştirenleri fersah fersah aştığının bir ispatı olarak görülebilir. Benzer şekilde daha sonraları bir vakıf etkinliğinde söyleşi yapmak için çağırdıkları Çakmaklı’nın sinemasına ve sinemaya dair düşüncelerine burun bükenlerin ancak onun kıyıda köşede kalmış filmlerinin başarısız tekrarlarını çekmekle meşgul olduklarını görmek de mümkündür. Çakmaklı’nın bir Tanpınar uyarlamasını, bu anlamda belki de en zoru olan “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün uyarlamasını, en iyi ben çekerim demesi karşısında müstehzi bir tavır takınanların zihniyet açısından ortak oldukları bir yönetmen söylenene göre bir Tanpınar uyarlamasının yapılamayacağına dair bir film çekmektedir. Bu bağlamda Çakmaklı’nın “Küçük Ağa” başta olmak üzere “Bir Adam Yaratmak” ve “IV. Murat” gibi uyarlamaları bu konuya dair en cüretkâr örnekleri sunmaktadır. Diğer yandan Yeşilçam sineması tabirinin bir küfür olarak kullanıldığı zamanlardan bu tabirin Türkiye’nin en önemli kültür merkezlerinden birinin sinema salonuna isim olduğu zamanlara geldiğimiz bugünlerde Yeşilçam sineması deyince ölüm döşeğinde “Arabesk” filmini çekerek kendi çektiği bütün filmlerle dalga geçen bir yönetmen ve onun ekolü akla gelirken, nihayetinde ben bir Yeşilçam yönetmeniyim diyen ve hem kendi sinemasını hem de Yeşilçam sineması olarak adlandırılan geleneksel Türk sinemasını sahiplenen Yücel Çakmaklı bu konuda akla gelmemektedir. Oysa Yücel Çakmaklı’nın bıraktığı en büyük miras bugün televizyonlarda hala yayımlanan ve izleyeni hemen kendine bağlayan, bu açıdan da Türk toplumunun hala bir toplum vasfına sahip olduğunu ortaya koyan, kültürel açıdan derinlikli ve siyaseten Çakmaklı’nın damgasını taşırken kimsenin de kayıtsız kalamadığı filmlerdir.
Ömrünün sonuna kadar beraber yürüdük
İhsan Kabil (Sinema Yazarı): Yücel Çakmaklı ile ilk tanışıklığım bir filmi aracılığıyla, “Memleketim” filminin 1970’li yılların ikinci yarısında TRT’de gösterimiyle olmuştu. Tabii kendisinden haberdardım ama filmin gösterimi, sinema yaklaşımı bakımından da güçlü bir etkileşim meydana getirmişti. 70’li yılların siyasi ortamında, ülkenin toplumsal sorunlarına kafa yoran her kesimin birleştiği, çakıştığı kültürel kesişim noktaları bu eserde güçlü bir şekilde, özellikle Batı uygarlığının ve hayat tarzının eleştirisi cinsinden kendini gösteriyordu. Sonrasında 1989-93 arasında ABD’de sinema üzerine yüksek lisans yaparken, seyrettiğimiz bir dizi Türk filmi arasında rastgeldiğim “Minyeli Abdullah” bu kez, müslüman bir ülkede inancıyla yaşamak isteyen bireylerin kıstırılmışlığını görselleştiren bir eser olarak karşımıza çıkıyordu. Ben de süreç içinde sol bir formasyondan daha manevi bir çizgiye gelen biri olarak, Türkiye’ye döndükten sonra kaçınılmaz bir şekilde kendisiyle tanıştım ve ömrünün sonuna kadar olabildiğince beraber yürüdük ve teşrik-i mesaide bulunduk.
Sinemada değerler noktasında çığır açtı
Yücel ağabeyin Türk sinemasına katkıları, öncelikle fikri bağlamda değişik yayın organlarına sinemayla ilgili yazdığı yazılar, sonrasında bilfiil yaptığı film çalışmaları ve sinemamızda verdiği fikir mücadelesi olmuştur. 1970’de çektiği “Birleşen Yollar”, sinemada Milli Sinema akımının başlangıcı olarak bir fener yakmış, sahici anlamda manevi değerlerin sinema diliyle nasıl tasvir ve temsil edilebileceğine dair çığır açıcı bir rol oynamıştır. Dolayısıyla bu eseriyle önceki onyılda kendini gösteren Ulusal Sinema akımının bir üst aşaması olarak tezahür etmiş, sinemada milli değerlere gerçek manada dönüş anlamında etkin bir işlev görmüştür. 1970’li yıllarda değerli çalışmalar ortaya koyan MTTB Sinema Kulubü’nde, fikri anlamda nasıl bir sinema işlenmesine dair önemli görüşler ortaya koymuş, bunu yaptığı filmlerle örneklemiş, o esnada yetişmekte olan genç sinemacılara önayak ve destek olmuştur. 1970’lerin ortalarında gündelik yayına geçen televizyon ortamında TRT’ye geçerek, bu kez televizyon filmi ve dizileri anlamında sinema diline daha bir ağırlık vererek kalıcı eserler meydana getirmiştir.
Türkiye’nin kutuplaşmış siyasi ortamında Yeşilçam normlarıyla da olsa cüretli filmler çeken Yücel Çakmaklı’nın sinema anlayışının izinde, Salih Diriklik ve Mesut Uçakan gibi genç sinemacılar neşet etmiş, süreç içinde onlar kendi tarzlarını oluşturmuş ve başka isimler kendilerini takip etmiştir. Ancak her fikir hareketinde olduğu gibi bu katılımlar ve yeni bir sinema diline dair katkılar kısıtlı kalmış, arzulanır seviyeye ulaşamamış, sinemamızın bütününe teşmil edilememiştir. Sebeplerine baktığımızda, öncelikle bu tür filmlere destek olması beklenen sermaye çevrelerinin bu sahaya hemen hemen çok az tevessül etmeleri veya gönülsüz davranmaları, ayrıca sinema dilinde siyasi kaygılardan daha dingin bir atmosfer olan tasavvufi anlatımın pek yerleşememiş olması gözlenmektedir. Tabii resmi kurumların veya festival çevrelerinin bu çerçevedeki filmlere bigane kalmaları da ayrı bir mevzudur. Popüler kültür, seyircinin belli duygularını gıdıklamasıyla her zaman belli bir çekim alanı oluşturmuş, özellikle gençler arasında belli kaygılarla hareket eden filmlere mesafeyle yaklaşmak gibi sorun doğurmuştur. O yüzden seyircide nitelikli sinema seyir kültürünün yeşermesine dair çalışmalar da ortaya konmalıdır.
Manevi değerlerle hareket etme düsturu mirasıdır
Yücel Çakmaklı’nın sinemamızda açtığı çığır, Yeşilçam normlarıyla çektiği filmlerle geniş seyirci kitleleriyle bağ kurmayı başarmış biri olması, aynı zamanda fikirlerinden taviz vermeyerek yeni bir yaklaşım sergilemiştir. Hem halkın genel seyir niteliği anlamında nabzını tutarak hem de üst estetik kaygılarla elitist yani seçkinci bir yola girmeyerek, ticari sinemayla sanat sineması arasında bir denge tutturarak bugün belki de aynı yolda yürüme gayreti içinde olan genç sinemacılara güçlü bir örneklik teşkil etme anlamında emsalsiz bir yere sahiptir. Günün ucu her yana açık dijital medya etiğinin karmaşık ve postmodernizmin getirdiği müphem ve muğlak ortamında, Yücel ağabeyin manevi bir sorumluluğun getirdiği düsturlara göre hareket etme gerekliliğini hatırlatan yaklaşımı, herhalde sinemamız ve sinemaseverler tarafından değer verilmesi gereken bir düstur olarak algılanmalıdır.