Gölgenin Ardındaki Işık: Yeditepe Bienali’nde Mekân ve Hafıza

Güncel Sergi & Müze

Üçüncü Yeditepe Bienali, İstanbul’un hafıza mekânlarında ışık ve gölge ekseninde inşa edilen güçlü bir anlatıyla izleyiciyle buluşuyor. İlk yazımda Nuruosmaniye Camii Mahzeni’nden bahsetmiştim. Bu sefer bienalin diğer mekânları, Yedikule Zindanları, bahçesinde yer alan çadırlar ve Sirkeci Garı’na  uzanan  yolculuktan bahsedeceğim. Nuruosmaniye Camii Mahzeni’nde olduğu gibi,  Sirkeci Garı ve Yedikule Zindanları’nın içine yerleştirilen anlatılar da, gölgeyi sadece bir karanlık değil, aynı zamanda hakikatin zemini olarak ele alan bir bakışla oluşturulmuş. Geleneksel formlarla çağdaş sanatın diyalogu üzerinden kurulan bağ birçok eserde dikkat çekiyor.

Zamanın taşı, gölgenin duvarı: Yedikule Zindanları’nda ışıkla yüzleşmek

Dar bir hücre duvarında karşılaşılan “Gölge Varlık İnsan” izleyiciyi aktif bir katılımcı haline getiriyor. Duvara asılı beyaz yüzeydeki figürler, karşısındaki kişinin gölgesiyle tamamlanıyor. Bu anda izleyici, yalnızca bakan değil, sahnenin bir parçası oluyor. Figürlerin içine düşen gölgemiz, suskunluklarımızı ve eylemsizliklerimizi görünür kılıyor. “Gölge , Varlık ve İnsan” sözlerin, eyleme dökülmedikçe bir gölge olarak kalacağını hatırlatıyor. Bir adım atıp da  gölgemiz figürler içinden çıktığında duvardaki sahne de eksik kalıyor tıpkı hayatta katılımımız olmadığında hikâyelerin eksik kalması gibi. Bu etkileyici farkındalık anı, izleyiciyi kendi pasifliğini sorgulamaya ve gölgeler arasından sıyrılmaya teşvik ediyor.

Yokluktan varlığa geldin ya!

Zindanların belki de en hüzünlü bölümündeyiz. “Hicap” adlı eser, gözle görülmeyen ile görünen arasındaki perdeyi konu alıyor. Hafifçe titreyen bir ışık, tül perdeler ardından sızarken Hz. Mevlana’dan beyitler;

Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy….

Manevi derinliği olan bu enstalasyon, abartıya kaçmadan, sessiz ama etkili bir biçimde izleyiciyi kendi içindeki perdeleri düşünmeye yönlendiriyor. Işık ve hicap arasında gidip gelen bu anlatı, görünmeyene yaklaşmanın ancak içsel engelleri aşmakla mümkün olduğunu söylüyor.

Yedikule Hisarı’nda kubbeler

Tüm bu taş, gölge ve sessizlik anlatısının içine farklı bir sergileme biçimi dahil ediliyor. Zindanların bahçesindeki çadırlarda geleneksel el sanatlarına ait çerçeveli işler yer alıyor. Bu alan, mekânla kurulan derin ilişkiye göre daha nötr kalıyor. Zindanların karanlık duvarlarından  çıkan işler izleyiciyi düşünmeye mecbur bırakırken, çadırlarda sergilenen çerçeveli  eserler daha çok “bakılacak” nesneler gibi duruyor. Bu ayrım bilinçli yapılmış bir kontrast mı yoksa kopukluk mu, izleyiciyi sorgulatıyor. Sergileme biçiminin dili, içerdiği sanat kadar deneyimi de dönüştürüyor; burada da bu dönüşüm açıkça hissediliyor.

Işığın gölgeyle konuştuğu yer: Sirkeci Ambarları’nda bir yolculuk

Sirkeci Garı’na adım atar atmaz işitilen ezan sesleri, zamanı sese ve ışığa dönüştüren bir kurguya açılıyor. Farklı makamlarla okunan ezanlar, duvara yansıyan yazılar ve renkli ışıklarla birleşerek zamanı sadece ölçülen değil, hissedilen bir boyuta taşıyor. Bu çağrılarla dolu atmosfer, hem bireysel hem kolektif belleği harekete geçiriyor. Zamanı ve varoluşu bir döngü olarak ele alan “Vakt-i Zikir”, mekânın bu ağırlığını en iyi taşıyan işlerden biri. Güneş saati formundaki  düzenleme, merkezinde dünyanın dönme eksenini ima eden bir çubukla birlikte, günün değişen saatlerini sessizce gösteriyor. Burada her gölge kayması, insanın kendi akışı içinde kaybettiği küçük anların bir temsili gibi. Vaktin geçişini ölçmüyor bu iş;  vakit içinde kaybolmayı, vakit içinde var olmayı düşündürüyor.

Diyojen’in gölgesi

“Gölge Etme” yerleştirmesiyle Diyojen’in fıçısı karşımıza çıkıyor. Sade bir yazı ve bir fıçı… Fazlalıklardan arınmış bir yaşamın mümkün olduğunu hatırlatıyor. Gölgede kalmayı seçen bir bilgenin çağrısı gibi yankılanıyor bu yerleştirme: Görünürlükten çok öz’le meşgul olma çağrısı.

Geleneksel formlara ve dünya sanatında yer alan popüler eserlere yer veren bir diğer eser “Mümkün Kılmak”. Öylece bakıp geçilebilecek bir iş değil. Duraksayıp seyretmek gerekiyor. 12 ekrandan oluşan düzenlemede, minyatürden, hat sanatının inceliklerine, çini motiflerinden  ve geometrik desenlere dijital düzlemde sürekliliği olan bir hikâye oluşturuyor. Doğu sanatının zamanlar üstü bakışını bugüne taşıyan bu eser, izleyiciye şu soruyu yöneltiyor: “Öykünmeyi bırakıp yeniden ilham olmanın vakti gelmedi mi?” Batı sanatının modernleşme sancılarıyla ulaşmaya çalıştığı birçok estetik formun, Doğu’da asırlardır mevcut olduğunu hatırlatıyor.

Ve “Kuantum Döngüsü” ile merkeze ziyaretçiyi alan, dolaşmaya ve yeniden bakmaya açık bir sergileme kurgulanmış. Siyah deri bir koltuğa oturuyorsunuz ve kendi etrafınızda dönmeye başlıyorsunuz. Bu süreçte insan kendi döngüsünü düşünmeden edemiyor. Bazen ayın evreleri arasında kayboluyor, bazen yalnızca bir gölgeye dönüşüyor. Koltukta dönerken izlediğiniz galaksi parçaları arasında, bütün varoluşun sonsuzlukla ilişkisinin ne kadar kırılgan ve bir o kadar da görkemli olduğunu hissediyorsunuz. Ama bu his, romantize edilmeden, doğrudan anlatılıyor. “Ne sen bir kahramansın bu kurguda, ne de dünya sana özel yaratılmış bir sahne”. Şems suresi ilk dört ayetin okunmasıyla birlikte (1. Güneşe ve onun aydınlığına andolsun, 2. Onu izlediğinde aya andolsun, 3. Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun, 4. Onu bürüdüğünde geceye andolsun) insan, kendi zamanına, varoluşa şahitlik eder ve her birimize kendinden nur veren, bizi görünmez bağlarla bağlayıp bütünleyen, Hakk’a hakikate perdeleri aralayıp yaklaşabilir.

Sirkeci Garı’nda Filistin’in gölgesi

Bienal kapsamında Sirkeci’de yer alan özel bir bölüm, Filistin’de yaşanan trajedilere tanıklık çağrısı niteliğindeydi. on yedi binden fazla sivilin, beş binden fazla çocuğun hayatını kaybettiği bir coğrafyaya sanatın diliyle dikkat çekiliyor. Karanlık bir tünelden çıkan mahkûmun gözüyle kurulan anlatı, Platon’un mağara alegorisine göndermede bulunuyor. Sergi, izleyiciyi gölgelerle yetinmeye değil, hakikati aramaya çağırıyor. Sanat burada bir hafıza değil, bir vicdan aygıtı. Eğer sanat bir işe yarayacaksa, bu da budur: Sessizliği bozmak, tanıklık etmek ve insanlığı unutmamaya çağırmak.

Son söz: Gölgeyi anlamak, ışığa tanıklık etmek

3.Yeditepe Bienali, yalnızca sanatın nesnesiyle değil, onun mekânda ve hafızada açtığı izlerle hatırlanacak bir deneyim. Zindanların taş duvarları arasından süzülen ince aydınlık, Sirkeci’de ışığın gölgelerle kurduğu gerilim, gelenekten çağdaşa akan o ince çizgi… Hepsi aynı sorunun çevresinde dönüyor: Görmek yeter mi, yoksa görmeye cesaret etmek mi gerek?

Bienal, ışığı yalnızca aydınlatan değil; yönlendiren, saklayan, bazen de rahatsız eden bir kuvvet olarak konumlandırdı. Gölgeyi ise bir eksiklik değil, hakikatin sığındığı alan olarak. Bu kavramsal gerilim içinde sanat, sadece biçimsel değil, etik bir meseleye dönüştü: Hangi karanlığa bakıyoruz, hangi ışığı taşıyoruz?

Sanat, dekoratif bir yüzey değil, hafızanın ve tanıklığın sahasıdır. Bugün coğrafyamızda suskun kalınan her gerçek, karanlıkta bırakılmış bir figür gibidir. Ve sanat, o figürü ışığa çağırma gücünü hâlâ taşıyorsa, bu çağrıya kulak vermek bir beğeni meselesi değil; vicdani bir zorunluluktur.





Yorum Yaz