İnsan olmanın bedeli nedir?

/
9 dakikada okunur

Yazın nasıl geldiğini anlamadık. Ama gidişini yakından takip ediyoruz. Temmuz ayı bitmek bilmedi ama sonunda ağustos ayına geldik. Sıcaklar sinir sistemimizi pek olumlu etkilemedi. Hayatlarımızın rutinleri de sıkıcı hale gelmiyor değil. Ama her şeye rağmen kendi ritmimizi bulmaya çalışıyoruz. “Bugün Aslında Dündü” filmindeki gibi bir günü tekrar tekrar yaşıyormuşuz gibi gelse de yeniden başlamaya çalışıyoruz. Belki de hayatımızın arka fonuna bir müzik arıyoruz. Bilinmez. Kendi varoluşsal sıkıntılarımıza dalmayalım. Konuyu sinemaya getirelim. Wim Wenders imzalı “Berlin Üzerindeki Gökyüzü” filminden bahsedelim.

Hayatımıza hep dışarıdan bakmanın nasıl bir şey olduğunu düşünürüz. Ama bilemeyiz. İçeriden görürüz. “Berlin Üzerindeki Gökyüzü”nde melekler Damiel ve Cassiel bizim yerimize insanlığa, hayata dışarıdan bakarlar. Onlar Berlin sokaklarında, evlerinde insanların iç sıkıntılarını duyarlar. Kimse kimseyi duymaz ve anlamazken onlar bilirler. Birbirleriyle gördüklerini, duyduklarını paylaşırlar. Bir insanın hayatının içindeki sıkışmışlığı anlarlar. Ama bir yandan hissedemezler. Hissetmek isterler. Damiel; “Sonsuza dek her şeyin süzülmek istemiyorum. Bu sınırsız özgürlüğe son verip beni toprağa bağlayacak bir ağırlık hissetmek istiyorum içimde.” der. Ona o ağırlığı verecek olan nedir?

Damiel ile Cassiel ve diğer melekler kütüphanede bir araya gelirler. Hepsi ayrı ayrı insanları gözlerler. Çocuklar onları görür. Damiel’in içindeki huzursuzluk devam eder. Dolaşırken karşısına bir sirk çıkar. O sirkte Marion’u görür Damiel. Onun kendi kendine yaptığı konuşmasını duyar. Damiel’i de bir sıkıntı alır. O bir melektir. Bir şey hissetmemesi gerekir. Ama hissetmek üzerine bir istek duyar içinde. İnsanların acılarını dindirirken, yollarını aydınlatırken kendine nasıl bir yardımı olacaktır, bilinmez. Cassiel’da dolaşır Berlin sokaklarında, harabelerinde, tarihin parçası mekânlarda. O da arar cevapları. Şehir onları daha da buhrana sokar. Ama Damiel içindeki hissetmeye dair nüveleri Marion’u sirkte izlemeye gittiğinde görür. Yüzünde bir tebessüm oluşur. Onu toprağa bağlayacak ağırlığı bulmaya yaklaşmıştır. Hissetmek için yeryüzüne düşmelidir. Görülmeli, duyulmalı ve var olmalıdır. “Zamanın geçidinden geçme vakti, ölümün geçidinden! Biz doğmamışların gözetleme kulesinden aşağı inelim. Seyretmek, yukarıdan aşağı bakar değil, göz hizasında yapılmalı.” diyerek yeryüzüne iner Damiel. İnsan olur. Kendine palto alır ve sirkin olduğu yere gider. Sirkin yerinde yeller estiğini görür. Hayal kırıklığı yaşar. Hissetmeye başlamıştır. Ama hissetmek her zaman mutlulukla birlikte değildir. İnsan olmanın ilk kuralını yaşayarak öğrenir. Sonrasında sokaklarda yürür. Elmasını yer. Yaşamayı hisseder. Bir sokaktan girer. Konsere denk gelir. O konserde Marion’da vardır. Birbirlerini görürler. Marion Damiel’den seçimini yapmasını ister. Damiel Marion’u seçer. Cassiel’da melek olmaya devam eder. Ama onun da arayışı sürer. 

Damiel, Cassiel, Marion filmin kahramanları. Ama filmde geçen mekanlar, tarihi yerler, yan rollerde hikayenin içinde yer alıyorlar. “Berlin Üzerindeki Gökyüzü”nde yönetmen Wim Wenders ülkesinin tarihiyle de bir yüzleşme gerçekleştirir. İnsan olmanın doğasını inceler. Seçimler yapmanın, kararlar vermenin belirleyiciliğinin altını çizer. Yalnız ve depresif ruhların dünyasının resmini gösterir. 

Damiel hep uzaktan izlediği, iç seslerini duyduğu insanların yaşamlarına hayranlık duyar. Kendisinde olmayan canlılığın orada olduğunu düşünür. Sadece öyle düşünen de o değildir. Cassiel’da öyle düşünür ama insan olmayı seçmez. Seçemez. O kararı vermek ona zor gelir. Ama uzaktan hayata karşı izleyici olmanın da ağırlığını kaldıramaz. Melekler de insanlar da bunalımdadırlar. Yaşamak için yollarını bulmak zorundadırlar. Amaçlarını da diyebiliriz. İnsanların seçimlerini zorlaştıran şeylerden biri de ölüm de bir parçalarıdır. Meleklerin sonsuz bir ömrü vardır. Her şeyi ve herkesi görürler. Ama hep zamanın kenarındadırlar. Zamana ve mekana ait olmak isterler. İnsan olmak aslında zaman ve mekana ait olmaktır. Zamana ve mekana ait olmak; ölümlü olmaktır. Yaşarken ölümün varlığı her daim bizimledir. Ama bir hayat kurarız. Severiz, aşık oluruz, üzülürüz, ailemiz olur. Sevdiklerimizle vakit geçiririz. Yaşarız. Yaşamak hepsini kapsar. Damiel’ı da Berlin sokaklarında etkileyen budur. Onun peşinden gitmek ister ve insan olur. İlk hayal kırıklığını yaşar. Sonrasında kaderin bir cilvesi olur. Marion karşısına çıkar. Cassiel onları izlemeye devam eder.

Varlığımızın zamanla olanla ilişkisi kadim bir tartışmadır. Wim Wenders’te 1987 yapımlı “Berlin Üzerindeki Gökyüzü”nde iki ayrılmış Berlin’de insan olmanın zamanla ilişkisini sorgular. Filmin orjinal adı “Der Himmel über Berlin”dir. İngilizce olarak “Wings of Desire” olarak çevrilmiş. Onu Türkçeye çevirdiğimiz zaman “Arzunun Kanatları” oluyor. Bu adla da filmin hikayesine dair başka bir bakış açısı koyuyor. Çünkü insan olmak arzulu olmaktır da bir nevi. Wender’ın pandemi döneminde çektiği “Mükemmel Günler”de tuvalet temizlikçisi Hirayama’nın günlük rutinlerinin oluşturduğu ahengi anlatır. Hirayama’nın da yaşama karşı bir arzusu vardır. Rutinleriyle zamana ve mekana aittir. Damiel’da zamana ve mekana ait olmayı seçmiştir. Ama olabilir mi? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.” dizesiyle sorunun cevabına dair bir seçenek sunalım. 

Önceki Yazı

“Gülizar” dünya prömiyerini Toronto’da yapacak

Sonraki Yazı

Dijital platformlar: Fırsat mı, dayatma mı?

Son Yazılar