Oyuncu Bedia Ener: “Onun için iyi bir taklit yapmak lazım. Çok mu üzülmüş oyuncu o kadar üzülmemiz lazım. Çok mu mutlu o kadar mutlu olmamız lazım. İşimiz kağıtta yazıyor ama işimiz kağıttakini okumak değil. O kağıtta yazılanları oynamak ve yaşamak.”
Televizyonun önemi her geçen gün farklılaşıyor. Kimi zaman ortadan kayboluyor kimi zaman şaşaalı bir dönüş yapıyor. O şaşaalı dönüşlerde yarışmalar ve diziler etkili oluyor. Günümüzde her günü dolduran dizi maratonunda da bunu görüyoruz. Türk televizyon tarihinin unutulmaz dizilerinden biri olan “Yaprak Dökümü” desem aklınıza hangi karakteri gelir? Belki Ali Rıza Bey, Ferhunde, Leyla veya Necla gelebilir. Peki Neyyir Hanım desem. O da aklınıza gelir. O rolün arkasındaki oyuncu ise Bedia Ener. Ener ile tiyatroyu, seslendirmeyi, “Yaprak Dökümü” özel kılan noktaları konuştuk.
52 yıllık bir sanat hayatı. Dile kolay… Geçen bu süreyi nasıl tanımlarsınız?
Rüzgar gibi geçti diyebilirim. Her insanın hayatı film gibi. Hiçbir şeyi önceden yaşayıp, prova etme şansımız yok. El yordamıyla dünyaya geliyoruz. Aile, okul, çevre derken her şeyi kendimizce deneyimleyerek, bularak öğreniyoruz. Dolayısıyla gençken ileride şöyle olacağım, yapacağım dediğimiz için hep ileriye doğru kendimize hedefler koyuyoruz. Birinci hedefe vardığımızda sonraki hedefe geçiyoruz. Sonra bir bakmışız 15-16 yaşındayken 20-28 sonra 58-68 yaşında olduğumuzu görüyoruz. İleride dediğin noktaya gelmiş oluyorsun. Geçen yıllar sorulunca bir duruyor ve düşünüyorsun. “Nasıl geçti onca yıl?” sorusuna hayattan, ustalardan çokça şey öğrenerek ve deneyimleyerek geçmiş diyorsun. Elimizde olmadan büyüyerek ve öğrendiklerimizle ustalaşarak bu yaşımıza gelmişiz. Ustalaşmak çok güzel bir şey. Bir işi çok iyi ya da en ince ayrıntısına kadar bilmek çok güzel. Püf noktalarını ise büyüklerden öğrenmek çok keyifli. Hepsi birleşince bende karşınızda oluyorum.
Hayatınıza baktığımızda tiyatronun çok büyük yer kapladığını görüyoruz. Aynı zamanda dublajın, seslendirmenin de ayrı bir yeri olduğunu da biliyoruz. İlk başladığınız zamanla bugünün seslendirme dünyasını kıyaslarsanız ne dersiniz?
Çok farklı olduğunu söyleyebilirim. Yıllar geçtikçe teknolojiler de değişe değişe geldi. Dublajı ilk öğrendiğimde makara teypler vardı. Filmler makinada oynatılarak bize gösterilirdi, o şekilde dublaj yapardık. Dublajı ezberleyerek, her parçayı loop dediğimiz şekilde bölerek yapardık. İki kişinin konuştuğu sahneyi dörde bölerek aramızda bölüşürdük. Türkçesini konuştuğumuz şekliyle başladığım, ustalarla öğrendiğim için çok farklı bir teknikti. Daha sonra teknoloji ilerledikçe kasetler çıktı. Teknik farklılaştı. Kulaklık takarak, Fransızcasını ya da İngilizcesini dinleyerek kağıttan okuyarak yapmaya başladık. Şimdi filmleri hiç görmeden giriyoruz. O dönemlerde hep bir prova ederdik. Prova şansımız vardı. Şu an ise filmler prova edilmiyor. Platformların ve kanalların yoğunluğundan dolayı işlerin yetişmesi için böyle yapılıyor diye düşünüyorum. Prova ortadan kalktığı için çok deneyimli insanların yapması ve belli bir seviyeye ulaşmak gerekiyor. Belli bir seviyeye ulaşmak için gereken usta çırak ilişkisi de yok. Dolayısıyla bunlar için artık kurslar, akademiler açıldı ki dublaj yapmak isteyen insanların eğitim aldıktan sonra bu yola devam etsinler.
İyi usta iyi çırak yetiştirir
Katıldığınız bir programda seslendirmenin bir usta çırak ilişkisi içerisinde öğrenildiğini ama günümüzde bunun pek mümkün olmadığını söylüyorsunuz. Buradaki usta çırak ilişkisinin kapsamını biraz daha açar mısınız?
Birtakım işler vardır ki usta lazımdır. Ama iyi de çırak lazımdır. İyi usta iyi çırak yetiştirir. İyi çırak da iyi iş öğrenir. İkisinin de hep iyisi olmak zorunda. Bazı okullarda, bölümlerde staj dönemi vardır. Bu işinde staj dönemi de o işi yapan büyüklerle, ustalarla sahada öğrenme süresidir. Bizim işimiz başından itibaren öyledir. Hep bir ustanın yanında öğrenilmesi o işin ne kadar kanlı, canlı ve doğal olduğu anlamına gelir. İyi usta iyi çırak olmak lazım. Aynı yerde aynı nefesi alırsın. Göz göze bakar nefes nefese oynarsın. Yan yana can canasındır. Her dakika sıcak bir ilişki içerisindesindir. Bir yanlışı hocana, ustana sorarak anında öğrenirsin. O zaten durdurur yanlış bir şey yaptığın zaman. Bir daha söyle bakayım şu cümleyi, yok olmadı tekrar der. Vurgu nerede, Türkçede bu nasıl söylenir diyerek anında eğittiği için o zaman her şeyi çok daha güzel öğreniyorduk. Yetişiyorduk. Şimdi ise daha sıkıştırılmış bir eğitim oluyor. Akademilerde çok iyi eğitimler veriyoruz ama onu yaşarkanken ki gibi olmuyor.
Peki bu durum seslendirmelerin kalitesini etkiliyor mu?
Bu işi çok iyi bilenler açısından konuşuyorum. Ruhunu etkilemiyor. Biz bizden öncekinin ne okuduğunu bilerek, tonlamayı nasıl yapacağını bilen insanlarız. Öğrencilerimize bunu öğretmeye çalışıyoruz. Çünkü kendinden önceki ve sonraki cümleleri bilmiyor. Türkçeyi de bilmiyoruz hep orjinal dinlediğimiz için. O rol daha önce nasıl konuşulmuş biz bilmiyoruz. Ancak oradaki oyuncunun oyununu Türkçesini taklit ederek konuşuyoruz. Onun için iyi bir taklit yapmak lazım. Çok mu üzülmüş oyuncu o kadar üzülmemiz lazım. Çok mu mutlu o kadar mutlu olmamız lazım. İşimiz kağıtta yazıyor ama işimiz kağıttakini okumak değil. O kağıtta yazılanları oynamak ve yaşamak.
Oyunculuk ve dublaj dersleri veriyorsunuz. Yetişen nesli oyunculuk ve dublaj noktasında nasıl görüyorsunuz? Gelecekte nasıl bir tablo bizi bekliyor?
Her şeyde olduğu gibi burada da gelecekte parlak bir tablo bizi beklemiyor diyeceğim. Çünkü o zaman doğru söylememiş olurum. Arkadaşlarımız çok çabuk yetiştiğini zannediyor. Halbuki bu bir süreçtir. Öğrenirsin ve bitmez. Yaşam boyu öğreneceğin bir iştir. Ben oldum demeyip hep bir şeyleri araştırmak, birilerini dinlemek, okumak şeklinde eğitim sürecini sürdürmek gerekiyor. Bize gelen öğrencilerimizin çoğu orta yaşlı. Kimi öğretmen kimi avukat kimi doktor. Gelen arkadaşlara “Niçin buna gerek duydunuz?” diye soruyorum. Öğretmenlerimizin birçoğu çocuklarla daha iyi diyalog kurabilmek için diyor. Verdiğimiz derslerde sadece dublaj yok. Güzel hitabet, konuşma, ses, nefes, diksiyon çalışmaları var. Bütün hepsi için gelenlerde aynı şeyleri söylüyorlar. Ancak yetiştirdiğimiz genç öğrenciler yani bu işi yapmak için gelenler son derece başarılılar. Herhalde bu teknolojiden dolayı diyorum. Mesela ben teknolojiyi o kadar çok bilmiyorum. Ama onlara bir şey sorduğunda anında buluyorlar. Teknolojiye çok alışıklar ve hakimler. Benim ve benim neslin bilemediği şeyleri, kafamızın ermediklerini onlar çok rahat çözüyorlar. Onun içinde bilgiye çok çabuk ulaşabiliyorlar. Dolayısıyla kendilerini çok donanımlı hale getirebiliyorlar.
Hayatın içinden bir oyun
Usta oyuncu Cihat Tamer’le birlikte “İkinci Bahar” oyununda yer alıyorsunuz. Oyunun konusundan biraz bahseder misiniz?
Oyunumuz İspanyol yazar Alfonso Paso’ya ait. 1940’larda geçen bir oyun. Bizim yönetmenimiz oyunu daha güncele uyarladı. Çok daha anlaşılır, herkesin anlayabileceği bir oyun haline geldi. Oyunda anne ve babalar ile onların çocukları olmak üzere iki nesil var. Bu iki kuşağın arasındaki hem kuşak çatışması hem de iki yetişkinin birbirine farklı gözle bakıp farklı dünyaları keşfetmesi var. Çok evrensel bir oyun. Çatışmalar üzerinden ilerleyen birbirini anlama hikâyesi diyebilirim. Günümüzde yaşanan karmaşayı anlatan, hayatın içinden bir oyun.
Tek kişilik oyun er meydanıdır
Pandemi sonrasında tiyatrolarda tek kişilik oyunların yükselişini görüyoruz. Tek kişilik oyunların artışının sebebi sizce nedir?
Her tiyatrocunun belli bir zaman sonra enstrümanını tek başına kullanmak istediği, özel bir oyun yapmak hayalidir. Bu güzel bir şeydir. Herkes bunu deneyimlemek isteyebilir. Çünkü tek başına oyun oynamak çok farklı bir şeydir. Yanında hiçbir yardımcı unsur yok. Unuttuğunda sana hatırlatacak, yardımına koşacak kimse yok. Bunlar sahnede çok önemlidir. Tek kişilik oyunlar risklidir bunlar olmadığı için. Er meydanıdır. Kendi başıma şu oyunu şöyle oynanayım, ustalıklarımı sergileyeyim düşüncesinde olunabilir. Bunu bir kenara koyalım. İkinci sebep ise ekonomiktir. Her şey çok pahalı. Seyircinin tiyatroya gelme yol parası, biletler pahalandı. Bütün maliyetler arttı. Oyunlar 3,5 ya da 30 kişilik oynandığında biletlerin fiyatları farklılaşıyor. Ekonomi her şeyi etkilediği gibi tiyatroyu, sanatı da etkiliyor. En düşük maliyetle kaç kişiyle oyun yapabiliriz, en iyi kimi oynatabiliriz, en iyi seyirciyi nasıl toplayabiliriz şeklinde düşünülüyor. Salon kiraları arttı. Turnelere gidişler azaldı diyebilirim.
İnsanı anlatıyordu
İşin en cafcaflı kısmı televizyon. “Yaprak Dökümü” dizisindeki Neyyir rolünüz direkt akıllara geliyor. O dizi hepimizde bir şeyler bıraktı. Siz o yolculuğu nasıl hatırlıyorsunuz?
Çok güzel ve çok üzülerek hatırlıyorum. Çünkü o zamanki diziler çok güzeldi. İnsanın sevgilerini, acılarını, ilişkilerini anlatan dizilerdi. Tabancası, tüfeği yoktu. O diziler hep son 10 yıldan öncedir. Her şey o kadar bozuldu ve yozlaştı ki insanlarla uğraşmayı bıraktık. Artık dizilerde başka türlü ilişkilerle uğraşılıyor. Daha farklı şeyler seyrediyoruz. Onunda tadı kaçtı. Her şey giderek baktığında tadını yitirmiş bir şey oluyor. “Yaprak Dökümü” hala yayınlanıyor. Biz oynayan oyuncular bile rastladığımızda “Ahh ne güzelmiş!” diyerek izliyoruz. Çünkü insanı anlatıyordu. Benim rolüm bir mahallede evladı olan, terzi bir anneydi. Ne kadar günümüzden bir şey değil mi? Anlatılan hayatın hikâyesiydi. Yaşadığımız hayatın içinden şeylerin anlatılması bize lezzetli gelen. Biz o samimiyeti, güzelliği kaybettik.
Dijital platformlarla aranız nasıl? Sektörü nasıl etkiledi sizce?
Şu an her şey çok karmaşık. Bilmediğimiz bir adrese gitmiş gibi şaşkınız. Seyirci olarak da oyuncu olarak şaşkınlığımız aynı. Platformları kullanmışlığım yok. Ama orada yayınlanan filmleri, dizileri seslendirdiğim için oradaki kanallarda neler olduğunu biliyorum. Çoğaldığının farkındayım. Bu konuda meraksızım. Nasıl olsa bir gün gelecek öğreneceğim düşüncesindeyim. Bana bunlar yeter. Kapımı çaldığında öğrenirim. Çünkü her şey çok yükleniyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Ondan dolayı sakin olmalıyım diyorum. Çokça varlar, olsunlar. Herkesin ekmek kapısıdır, iştir. Ama ben daha böyle alışamadım. Mesafeli duruyorum.
Televizyondan en son sizi bir gençlik dizisi olan “Duy Beni”de gördük. Yeni dizi projeleri var mı?
“Duy Beni”den sonra iki iş geldi. Biri akademi derslerinden dolayı zamanım olmadığı için olmadı. Diğerinde ise pek anlaşamadık. Ona vakit ayıracak maddi bir karşılığı yoktu. Yardımcı oyuncular olarak çok para almıyoruz. Bizi o kadar da öldürmesinler dediğimiz işler olabiliyor. Onun yanında dinleniyorum. Oyunum var. Şu ara televizyona iş yapmamak iyi geldi.
Neyi neden yaptığını bilerek yaşamak lazım
Yetişen nesle hem iş açısından hem de izleyici olmak isteyenlere neler tavsiye edersiniz?
Aktüel haberlerden haberdar olmaları, dünyadan asla kopuk olmamaları lazım. Özellikle yurdumuzda yaşanan iyi kötü, güncel, sanatsal her şeye dair haberleri olsun. At gözlüğü takmamak lazım. Çok geniş açıdan bakmak gerekiyor. Tek açıdan bakmak hatalı olur. Hayata hep geniş açıdan bakmak, her şeyle çok ilgili olmak gerekiyor. Neyi neden yaptığını bilerek yaşamak lazım. Çok okumaları ve meraklı olmaları gerekiyor.
Lakabım “Köfte Bedia” oldu
1968 senesinden sahneye çıktığımda evin hizmetçisini oynuyorum. Evin beyi misafirle geliyor, hadi bize sofra hazırla diyor. Evin hizmetçisi de “Çorbayı yaptım, hele ki bir köfte yaptım. Benim üstüme köfte yapan yoktur” diyor. O sırada karşımdakiler kıs kıs gülüyor. Sonra bana arkada dediler ki sen “Benim üstüme köfte yoktur” dedin. Köfte yapan yerine köfte yoktur demişim. Uzunca bir süre lakabım köfte Bedia oldu.