Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Hafızanın canlanış sorunuyla karşı karşıyayız. Neredeyse her gün dünün güzelliklerini birbirimize hatırlatır geleneğin sıcaklığından, sessiz âdetlerin geçmişin gölgesinde nasıl kaybolmaya yüz tuttuğundan söz ederiz. Neyse ki bugünü dünle barıştırmak/yakınlaştırmak konusunda kalıntılar yardımımıza koşar. Bu bağlamda anıtlar, arşivler, müzeler, kutsal yerler gibi daha pek çok iz eski üzerinden yeniye, geçmiş üzerinden geleceğe nostaljik bir köprü kurarız. En yeni bu durumda sıklıkla en eskiden yardım ister. Pierre Nora, “süreklilik duygusunun kökü mekândadır” derken hafızamızın şimdiyle kurduğu böylesine bir ilişkiye dikkat çeker. Peki, önceki zamanın tortusunda kalan alışkanlıklar İstanbul’un eski dünyasında bilhassa Ramazan ayında nasıl hayat bulurdu? şeklinde bir soru soralım. İbadet, eğlence ve kültürel hayatın manzarasını bir gözlem istasyonu işlevi gören sur içinin dinamik semti Şehzadebaşı üzerinden kısaca yanıtlamaya/tasvir etmeye çalışalım.
Mahyalarıyla, davullarıyla ve toplarıyla gelirdi Ramazan. Câmi şerefelerini kandillerle süsleyen bu ayın gelişini İstanbul’a her şeyden daha önce Şehzadebaşı haber verirdi. Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet gibi câmiler vücutlarını maneviyatın vecdine salıverenlerle daha çok dolardı. İlk resmî konservatuvarımız Dârülelhân, tiyatrolarıyla, sirkleri, at cambazları, sinemaları, kahvehaneleri ve renkli çalgı dükkânlarıyla caddeleri süsleyen dönemin tanıkları bu yerler İstanbul’un en güzel sayfaları arasında yer alıyordu.
O günlerde bir musiki mahfiline dönüşen Fevziye Kıraathanesi’nde Kemanî Memduh’u, Hanende Karakaş’ı, Udî Selim’i, Lavtacı Ovrik’i duymayan, meşhur Kel Hasan’ın Hayalhane-i Osmanî kumpanyasına gitmeyen kalmış mıydı acaba? Perde açılır, kısa bir komedi oynanır ve sonrasında kantolar başlardı. Ramazan’daki bu eğlenceler diğer aylarda olmadığı kadar semte özgürlük getirir Şehzadebaşı’ndan Beyazıt’a yeni bir dünya kurulur âdeta karnaval havası eserdi. Meddahlar bir yandan dinleyenlerin yüzlerinde bin vuslata bedel bir tatlı tebessüm yaratırken siyasi mevzuları ve aktüaliteyi de dile getirmekten kaçınmazlardı.
İstanbul’un çok kültürlü zengin yapısı içinde bütün toplumun birbiriyle kucaklaşması bu ayın belirgin özelliğiydi. İlber Ortaylı’nın oruç ayı anlatısında belirttiği üzere gündüzler, tekke ve türbe ziyaretleri, câmilerdeki vaazlar ve iftar-sahur hazırlıklarıyla, geceler ise ibadetle, sazla, sözle geçerdi. Eski İstanbul’un Ramazan hayatında her sınıfın, her ailenin kendine özgü bir üslubu vardı, ancak Ramazan’daki hayat tarzı her evde yılın diğer aylarından farklıydı.
Pehlivanları unutmayalım. Şehzadebaşı sadece Ramazan ayına özel onların uğrak yeri, merkezi olmuştu. Güreş müsabakaları Direklerarası’nda Fevziye Caddesi’nin geniş arsasında yapılırdı. Tabii artık direklerle beraber oradaki bir mâzî de yıkılmıştır. Yüzyıl öncesini ve şimdiyi Karagöz ve “yâr bana bir eğlence” diyen Hacivat, kukla oyunları, renkli uçurtma kâğıtlarına sarılı pideler, davul sesi ve Hırka-i Şerif’e yapılacak manevi ziyaretlerle birbirine yakınlaştırabiliriz.
Biz en iyisi eski bir beyitte kulak verelim: Kalkın ey ehl-i safa iftarı ikmal eyleyip / Azmedin aheste Şehzadebaşı seyranına…
Yorum Yaz