Kaybetmek de Bir Kazançtır

Röportaj

Rabia Bulut

 

Pota adlı filmde sınıf farklılıklarını basketbol üzerinden anlatan yönetmen Ahmet Toklu, “Bu filmde insanların problemleri aşarak hayatına devam edeceğini anlatmaya çalıştım. Çünkü kaybetmenin de kendi içerisinde bir kazancı var. Hayatta kendimizi her zaman kazanmak üstüne şartlarsak mutsuz oluyoruz. Bu bağlamda her şeye rağmen insanın kazançlarının da kayıplarının da onu var eden bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım” dedi.Sınıf farklılıklarını basketbol üzerinden anlatan Pota, dünya prömiyerini önemli çocuk filmleri festivalleri arasında gösterilen 51. Giffoni Film Festivali’nde gerçekleştirdi. Film, İspanya’da gerçekleşen çeşitli festivallerden önemli ödüller aldı. 23-30 Ekim tarihleri arasında düzenlenecek 9. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde Türkiye prömiyerini gerçekleştirecek. Pota, festivalin hem ulusal hem de uluslararası yarışma filmleri arasında yer alıyor. Ahmet Toklu ile Pota’yı, festival sürecini, 90’lar Türkiye’sini konuştuk.

İlk olarak Pota’nın hikâyesi nasıl ortaya çıktı?

Çocukluk hikâyemden yola çıkıp, senaryolaştırdığım bir hikaye. Oradaki karakterlerin hepsi benim beraber büyüdüğüm çocukluk arkadaşlarım. Biz oradaki kurmaca karakterlerle gerçekten yaşadığımız mahalleye kendi basketbol potamızı kendimiz yapmıştık. Tabi sonraki kısımların birçoğu film içerisindeki gerçekliğin kurmacası ama dediğim çıkış noktası aslında o benim çocukluk arkadaşlarımla beraber kendi mahallemizde yapmış olduğumuz basketbol potasının hikâyesi.

Politik ve siyasi meseleleri anlattım

Filmin arkadaşlığı, ilk aşkı ele alışı naif bir ton oluşturuyor. Aslında ilk filmde 90’larda geçen bir çocuk hikâyesi anlatmak alışık olmadığımız bir tercih. Bu tercihi nasıl yaptınız, nasıl karar verdiniz?

Açıkçası beni rahatsız eden daha cesur hikâyeler vardı. Film yapmak için onları da seçebilirdim ama ben kendi düşündüğüm hikâyeler içerisinde en az riskli olanın bu olduğunu düşündüm. Aslında kendi açımdan konformist ve daha az risk alarak bunu filmleştirmek için uğraştım. Çünkü dediğiniz gibi 90’larda geçen bir çocuk hikâyesiydi. Yapım aşaması açısından bunlar kendi içinde zorluklar oluşturuyordu. Ama seyirciyle buluştuktan sonra alacağımız reaksiyonlara baktığımızda daha az riskliydi. Çünkü bir çocuğun gözünden anlatıyordun görülenin eleştirilme riski daha azdı. Tabi arkasında kendi açımdan o hayatın içerisindeki gizli cast sistemini, sınıf farklılığını, politik ve siyasi meseleleri anlatmaya çalıştım. Ama dediğim gibi daha kolay anlaşılabilir bir şeydi. Kendi içinde aksiyonu daha hızlı olabilirdi. Seyir tarafı da olan aynı zamanda sosyolojik, felsefik, psikolojik göndermelerin ve sorgulamalarında olacağı bir filmdi. Sindirmesi ve insanlar tarafından kabul edilmesi daha kolay olduğu için diğer projeler arasından ‘Pota’yı önceledim. Daha az risk aldım.

Ben aslında tam tersini düşünmüştüm. Çünkü çocuk hikâyesi anlatmak, onların dünyasına girmek, çocuk oyuncularla çalışmak çok tercih edilen ve görülen bir şey değil. Her yıl festivallerde gördüğümüz daha çok kullanılan kalıplar var. Onların yanında hem naifliğiyle hem de çocukları merkeze almasıyla bana daha cesur bir iş gibi geldi açıkçası.

Öyle olmasına sevindim. Doğru söylüyorsun, bu da benim kafamı yoran ve sorguladığım bir şey. Ama sinema tarihi ilk filmini çekip kaybolmuş yönetmenler çöplüğü adeta. Bence bunun en büyük sebeplerinden bir tanesi de ilk filminde çok büyük ve iddialı cümleler kuruyor olmak. Tabi insan hayatta bunu yapabilir. İddialı cümleler kurmakla ilgili asla bir derdim yok ama siz insanların karşısına ilk defa bu iddia ile çıktığınızda bir anda orada var olunca o klikler sizi çok çabuk didikleyip ortadan fiziki olarak değil ama psikolojik olarak yok edebiliyorlar. O yüzden dediğim gibi çocuklar üzerinden her ne kadar teknik açıdan yapması biraz daha zor olsa da böyle bir hikâyeyi seçme tercihinde bulundum. Yoğun duygularla ilerleyen bir film

Çocuklarla çalışmak nasıl bir tecrübeydi ve kadroyu nasıl şekillendirdiniz?

Ben daha öncesinde çocuk dizisi çekmiştim. Bu filme mental olarak hazırlanmıştım açıkçası. Dolayısıyla bir yönetmen olarak çocuklarla sette bulunma anlamında az da olsa bir deneyimim vardı. Oradan kendime bazı çıkarımlar yaptım. Tabi bu filmin en önemli unsurlarından bir tanesi casttı. Çünkü iyi bir cast oluşturamazsanız oluşturmak istediğiniz karakterleri seyirciye iyi yansıtamayacaktınız. O yüzden filmin cast süreci biraz uzun sürdü. Yardımcı yönetmenimizle birlikte Türkiye’de ki bütün bu yaş grubunda auditionlarını izlemişizdir. Onların arasından tarayıp seçtik diyebiliriz. Filmin cast sürecinde ya daha önce oyunculuk yapmamış amatör diyebileceğimiz isimlerden seçmek ya da gerçekten oyunculuk yapan profesyonel oyuncular arasından seçmek gibi bir ayrıma geldik. Biz bu ayrımda tercihimizi profesyonel çocuk oyunculardan yaptık. Castı böyle oluşturduk. Pota, çok yoğun diyalog üzerinden ilerleyen bir film. Dolayısıyla daha önce sette bulunmamış ve amatör çocuklarla çalıştığınızda o diyalogları ve duyguları vermeleri çok olası olmayacaktı. Diyalog ve duyguya daha fazla ağırlık verebilmek için profesyonel çocuk oyuncu seçtik ve castı oluşturmuş olduk. Filme başlamadan iki hafta önce çocukları hep bir araya getirdik. Onlarla sıkı bir okuma provası yaptık. Kendi aralarında arkadaş olmaları için çeşitli çalışmalar yaptık. Çünkü arkadaşlık filmiydi. Dolayısıyla setten önce o iletişimi kurmasalardı sadece sette bir araya geliyor olsalardı o samimiyet seyirciye geçmeyecekti. Dediğim gibi zamanın ve imkânların el verdiği ölçüde süreci yönetip doğru castla o karakterleri ortaya çıkarmaya çalıştık hep birlikte.

Ahmet ve arkadaşları yaşlarına göre olgun çocuklar. Günümüzde o yaşlardaki çocuklardan beklenmeyecek bir olgunlukları var. 90’lar nostaljisinin çeşitli versiyonları bulunuyor. Siz de bu versiyonlardan dayanışma ruhunun olduğu bir hikâye ortaya koyuyorsunuz. Sizin için 90'lardaki birliktelik duygusunu oluşturan ve şu an büyüleyici gelen nokta nedir?

Özellikle 90’ları seçmemizin sebepleri; köyden büyük kentlere göçün en yoğun olduğu yıllar olması, kentsel dönüşümün ve siteleşmenin de şehirlerde başladığı en yüksek noktaya gelmediği yıllar olması şeklindeydi. Spesifik olarak 99 yılını seçmemizin sebebi de NBA’de ilk defa Türk basketbolcu Mirsad Türkcan’ın oynamasıydı. Basketbol dediğimiz spor insanların hayatında yaygın bir hale gelmeye başlamıştı. Amiyane ifadeyle sokağa inmeye başlamıştı. Dolayısıyla fiziki olarak yapılmış güvenlikli siteler vardı. Sitelerin içerisinde çeşitli spor kompleksleri vardı. Diğer tarafta gecekondu mahalleleri vardı ve basketbol potası bile yoktu. Şimdiden baktığımızda belki o kadar mı diyebiliriz. Ama o zamandan baktığımızda statüko farkı olarak önümüzde duruyor. Orada oynayabileceğiniz bir futbol topunuz bile yok. Ama diğer taraftan basketbol diye bir şey var. Onun için fiziki şartları oluşturmak lazım. Bugünden baktığımız basit şeylerin o günün şartlarında inanılmaz bir sınıf farkıydı. Dolayısıyla bizim 90’lara yönelmemizin de hikâyeyi oradan anlatmamızın da en temel sebebi buydu. Çünkü dediğim gibi 90’lar şehirlerdeki gecekondunun en yoğun zamanlardan biriydi ama bu aynı zamanda Türkiye’nin farklı illerinden, mezheplerinden, inançlarından gelmiş insanların bir arada yaşayıp onların çocuklarının beraber büyüdüğü beraber harmanladığı, bizim metafor olarak kullandığımız ‘aynı potada eridiği’ bir dönemdi. Belki şu andan baktığımızda bunu göremiyoruz maalesef. Türkiye etrafına baktığımızda birçok yerin sınıf farklılığı ve sınıf ayrışmasıyla uğraşmasına rağmen bu kadar bir arada durmasının sebeplerinden de büyük şehirlerdeki göç ile farklı kültürlerin farklı insanların kaynaşmasının aynı potada erimesinin olduğunu düşünüyorum. Romantizmden çok hayatın ve sosyolojinin gerçekliği içerisinde 90’lı yılları ve 99 yılını seçmiş olduk.

Baktığımızda bize gecekondu mahallesi getto dayatması var. Burada gangster tipler vardır ve onların hikâyeleri olur. Nitekim sinemaya baktığımızda da birçok kenar mahalle diyebileceğimiz yerlerde hikâye hep bu bağlamda. Batı’nın sinema ve sanat hegomanyası var. Bizim gibi Doğu toplumlarına bir algı dayatmaya çalışıyor. Bu algı da batı dışarısındaki doğu toplumlarının kurutulması gereken bir bataklık olduğu ve atayla bir problemi olması gerektiğidir. Baktığımızda önemli festivallerde ödüllendirilen filmlerin hep bu yönde olduğunu görüyoruz. O ülkedeki kurutulması gereken bataklık taraf ve atayla problemi olan karakterlerin seçiliyor. Hikâyeyi oluştururken her şey dört dörtlük gibi pembe bir dünya içerisinde yapmadım. Problemlerin olduğu ve insanın problemleri aşarak hayatına devam edeceğini anlatmaya çalıştım. Zira finale doğru basketbol maçını kaybediyorlar. Çünkü kaybetmenin de kendi içerisinde bir kazancı var. Hayatta kendimizi her zaman kazanmak üstüne şartlarsak mutsuz oluyoruz. Bu bağlamda her şeye rağmen insanın kazançlarının da kayıplarının da onu var eden bir şey olduğunu anlatmaya çalıştım.Filmin anlamlarından ayrıntılı bir şekilde konuştuk. Ama bir yandan da çok ekonomik, maddi yanı olan bir sanattan bahsediyoruz. Biraz da nasıl bir yapım süreci geçirdiğinizden bahseder misiniz?

Kendi jenerasyonumdan baktığımda şanslı bir yerdeyim. Belki on yıl, yirmi yıl önce bağımsız diyebileceğimiz ve benim gibi daha alt kültürden gelen insanların hiç kimseye bağlı olmadan film yapması çok da olası bir durum değildi. Ya ana akımdan bir yapımcı size destek olup para verecekti, o parayla çekecektiniz. Verilen destek o yapımcının her şeye karışması demekti. Ya da çok fazla ihtimaliniz yoktu. Son yıllarda yapım olanaklarının gelişmesi, festivallerin çoğalması, devlet eliyle Kültür Bakanlığı, TRT 12 Punto gibi yapımların artmasıyla birlikte bağımsız genç diyebileceğimiz yönetmenlerin de projelerini anlatma ve filmleştirme fırsatları oldu. Ben de bu fırsatlar dahilinde projemi Kültür Bakanlığı’nın İlk Yönetmenlik kısmına başvurdum. Süreç içerisinde Antalya Film Forum’a başvurdum ve Sümer Tilmaç ödülünü aldık. Oradan bir fon sağlamış olduk. Sonrasında Kültür Bakanlığı’ndan fon desteği kazandık. TRT 12 Punto’dan Ortak Yapım Desteği aldık. Filmimiz için gereken fonu, parayı hiçbir yapımcıya bağlı kalmaksızın devletin ve festivalin sağladığı fonlarla çekme fırsatı bulduk. Aslında bu beni özgürleştirdi. Çünkü bir yapımcının tercihlerine ve diktesine maruz kalmadan tamamen özgür irademle filmi çekme fırsatı verdi.

Anlatmak istedikleri derde odaklansınlar

Pandemi döneminde başlayan festival  sürecinde ‘Pota’ dünya prömiyerini önemli bir çocuk festivalinde yaptı, İspanya’dan önemli ödüllerle döndü. Sizin için festival süreci nasıl geçiyor ve yönetmen olarak ödüllerin  motivasyonunuzdaki yeri nedir?

Benim açımdan festival kısmı en zayıf olan nokta. Festival süreçlerini bilen, takip eden ve nasıl başvuru yapılacağını bilen birisi değilim. Yapımcımız Halil Kardaş filmimizi yabancı bir ispanyol distribütöre izletti ve onlarla çözüm ortağı olarak çalışmaya başladık. Distribütör filmi izledikten sonra bizim isteklerimiz doğrultusunda bir strateji belirledi. Strateji dahilinde kendi alanında en iyilerden olan 51. Giffoni Film Festivali’nde yarışma filmi olarak yer aldık.  Sonrasında bahsettiğiniz gibi iki farklı festivallerden çeşitli ödüller kazandık. Şuan yurt dışında birçok festivale başvurularımız ve yarışma filmi olarak yer alma sürecimiz devam ediyor. Benim açımdan ne ifade ettiğine gelirsek aslında jüriyi de bir seyirci olarak değerlendirdiğim için ödüllerini de filme dair beğeni olarak değerlendiriyorum. Seyirciyle buluşması ve karşılık bulması beni sevindiriyor. Ama onun dışında ödül dediğimiz şey çok değişken. Bir festivalden ödül alan film diğer festivale seçilemiyor bile. Bu değişkenliği bildiğim için meseleye duygusal bakmamaya çalışıyorum.  Seçilirse mutlu oluyorum, orada seyirciyle buluşup insanlar tarafından izlenip üzerine konuşulabilecek bir şeye dönüştüğü için. Ama seçilmezse de orada festivale ve izleyen insanlara saygı duyuyorum, anlayışla karşılıyorum.

Seyirciyle filminizin karşılaşmasından duyduğunuz sevinçten bahsetmişken Türkiye seyircisiyle Pota hangi festivalde karşılaşacak?

Şuan 9. Uluslararası Boğaziçi Film Festivali’nde yarışma filmi olarak seçildik. Hatta benim içinde büyük sürpriz olan bir şey oldu. Hem ulusal hem uluslararası yarışma finalistlerinden oldu. Hatta bildiğim kadarıyla Türk filmleri arasında uluslararasında yarışan tek Türk filmiyiz. Daha fazla gösterim olacağı için ve yurt dışından gelen jürinin karşısına çıkacak olması benim açımdan mutluluk verici. Onlara filmi izlettirmiş ve fikirlerini edinmiş olacağım. Bir sonraki projem içinde onlara benim hakkımda birazcık da olsa fikir vermiş olacak. Türkiye prömiyeri de Boğaziçi’nde yapılmış olacak. Biliyorsunuz prömiyer sürecine başlamadan gösterim yapmak olmuyor. Festivallerde haklı olarak bir filmi seçerken Türkiye prömiyeri olmasına önem gösteriyorlar. Prömiyerimizi yaptıktan sonra gösterim süreci daha hızlı olacak.

Ahmet Uluçay’dan ilham aldım

Filmin metaforu olan ‘aynı potada erime’ ve yayılan iyimserlikte sizin arka plandaki düşüncenizin yansıması oluyor sanırım. Filmi Ahmet Uluçay’a adıyorsunuz. İyimserlik ve sinemadan bahsettiğimiz için bize o atıfı anlatmak isterseniz ne dersiniz?

Ahmet Uluçay benim için çok özel bir yönetmen. Kendi kişisel hayat hikâyesiyle ve o hayat hikayesi içerisinde sinemaya vermiş olduğu kendi içerisindeki o savaş benim için bir ilham kaynağı oldu. Çünkü belirli şartlar olgunlaştıktan sonra sinema yapmak yine zor olabilir ama Ahmet Uluçay gibi Kütahya’nın bir köyünde doğan bir adam için film yapmak belki onun yüz katı bin katı daha zor. Ama buna rağmen yılmadan sinemaya gönül vermiş olması ve sinemanın sadece film yapma kısmıyla ilgilenmesi benim için çok büyük bir ilham kaynağıydı. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmi ki biliyorsunuz tek uzun metraj filmi. Dünyada tek film çekip öldükten sonra dahi kalıcı olan belki de tek yönetmendir. Dolayısıyla Ahmet Uluçay’ın filmini yapma motivasyonu benim içinde bu filmi yapmakta ilham kaynağı oldu. Orada kendi sinema makinesini yapmaya çalışan çocuklar ve onların yaşadığı zorlukları konu ediniyordu. Ben de filmim de farklı bir evrende, atmosferde birbirine paralel olarak aynı dertleri basketbolda yaşayan çocukların hikâyesine odaklandım. Bir hikâye yazarken ya da bir film yapmaya çalışırken hayat size çok fazla pas atıyor. O pası o an görebiliyorsanız size kendisini açık ediyor. Onu yapmakta bu kadar kolaylaşıyor bence.İlk filmini yapıp kaybolan çok

Son olarak kafanızda çekmek için sabırsızlandığınız yeni projeleriniz var mıdır?

Uzun zamandır kafamı kurcalayan projeler var. Hatta en başta dediğim gibi belki Pota’dan bile önce düşünüp filmini çekmek istediğim zihnimi kurcalayan şeyler var. Ama onları yapmak için açıkçası Pota’nın bu sürecini ve geri dönüşlerini görmek istiyorum. Eksiklerimi görmek istiyorum ki orada eksikleri çalışıp tekrarlamamak istiyorum. Çünkü ilk filmde hatalarınız görmezden gelinebilir. Aman ikincisinde size dair en azından bir fikri olduğu için insanlar daha acımasız olabilirler. Sinema tarihi ilk filmi yapıp kaybolanlar çöplüğü ama ikinci filmini yapıp daha beter kaybolanlar da var. Onların serüveni daha talihsiz. İkincisinde aynı hataları yapmamak için ve bana yararlı olması için Pota’nın serüvenini görmek istiyorum.

İlk filmini çekmek isteyen yönetmen adaylara ne söylersiniz?

Bir otorite değilim ama sadece kendi serüvenimden onlara bir şey olacaksa kısa veya uzun diye bakmasınlar hikayeye, anlatmak istedikleri derde odaklansınlar. Eğer o dert, hikaye onları heyecanlandırıyorsa bunu yapmaktan vazgeçmesinler. Ama fikrin büyüsüne kapılıp o fikrin iyi bir senaryo olabilme potansiyelini kaçırmasınlar.

Rabia BULUT
Rabia BULUT

Editör ve sinema yazarı. Lisans eğitimini %100 burslu olarak Üsküdar Üniversitesi'nde felsefe alanında tamamladı. Yüksek lisansını aynı üniversitede %50 burslu olarak Medya ve Kültürel Çalışmalar alan ...

Yorum Yaz