Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Bu serinin ilk yazısında viyolonsel ve tanburu başarıyla aynı sahnede buluşturan Feyha Talay’a yer vermiştim. Bir sahneye iki dünya sığar mı? Gelenekler birbirleriyle ya da taraftarlarıyla bu yüzden çatışır mı? Eminim ki hepimiz buna benzer soruları aklımızdan geçirmişizdir. Bu defa sizleri sahnede iki yaylı çalgıyı, tek ruha eklemleyen kemençe ve viyolonsel sanatçısı Hadiye Ötügen’in hikâyesini okumaya davet ediyorum. Belki de bu çalgıları her eline aldığında türlü ruh hâllerine bürünüyordu sanatçı. Siz bakmayın benim tek ruh dediğime.
Gelişmiş el tekniği parmak uçlarında yatan tecrübenin artmasıyla ilgilidir mutlaka. Dokunma, çalgıdan güzel ses çıkartma elin erdemlerindendir. Soyut bir benzetme yaparsak müzisyenler “iç kulaklarıyla” duyar, hisseder ve çalgılarına yansıtırlar o duygulu notaları; tıpkı Hadiye Ötügen’in kemençesinden çıkanlar gibi. Peyami Safa’nın annesi Server Hanım, küçük yaşlardaki Hadiye’nin yeteneğini keşfeder ve müzik yolculuğu böylece başlar. Dârülelhan’da İsmail Hakkı, Rauf Yekta, Musa Süreyya ve Yusuf Ziya beylerle çalışma imkânı bulur.
1926’da Dârülelhân’ın Türk müziği eğitiminin kesintiye uğradığı dönemde çalgıları konusunda değişiklik yapılması sonucu iki kültür dairesine dâhil olma şansı yakalayan Hadiye Ötügen, kemençesiyle devam ettiği müzik yolculuğuna viyolonselin repertuvarını ve dünyasını eklemiş isimlerden sadece biridir. Kemençesini hocası Ruşen Ferit Kam’la ilerletmişti. 20. yüzyılın ilk yarısındaki dönemde kemençecilerin, udîlerin çoğunun viyolonselistlerden çıktığını söylersek abartmış olmayız sanırım. Bazen tersi de olabiliyor tabii. Kemal Niyazi, Mesud Cemil, Şerif Muhiddin, Ali Rifat vb. isimler bunların arasındadır. İstanbul Radyosu 1927 yılında ilk yayınlara başladığında kemençesiyle Hadiye Hanım da oradaydı. Hanende ve sazendeler ikili, üçlü ve dörtlü olarak bir araya gelerek Türk müziği icra eden farklı gruplar oluşturuyorlardı. Hanende Hikmet, Kemençeci Hadiye, Kanunî Naime ve Udî Fehime hanımlar onlardan bazılarıydı.
Hadiye Hanım’ın yaşamı müzikle iç içe şekillenir. Başka bir tarihe götüreyim sizleri. 1944 yılının Şubat ayında doğru dürüst bir konser piyanosundan mahrum bulunan İstanbul’da dört piyanolu bir Bach konserinin nasıl verileceğini merak eden halk, Şehir Tiyatrosu dram kısmını hınca hınç doldurur. Küçük bir yaylı sazlar orkestrasını bile sığdırmaya elverişli olmayan bir sahnede olup biter her şey. Ancak salon yok, sahne yok, piyano yok, orkestra yok diye kollarını kavuşturup beklemek yerine maddi imkânsızlıklara rağmen musiki kültürünün gelişmesi için adım atmaktan geri durmaz İstanbul Konservatuvarı. Hadiye Ötügen böyle bir gecede Handel’in viyolonsel konçertosunu oldukça iyi çalar. Temiz bir yay, pürüzsüz sesler, işlenmiş bir parmak tekniğiyle sanatkâr görevini hakkıyla başarır.
1940’lı yıllarda İstanbul Konservatuvarı’nın Türk Musikisi İcra Heyeti konserlerinde yaptığı taksimlerle gazetelerdeki müzik yazarlarından hep tam not almıştır. Değerlendirmelerde en çok onun yüksek kabiliyeti/tekniği, şed yolları kullanmadaki ustalığı yani makamı, ses aralıklarını aynen koruyarak kendi perdesinden başka bir perdeye nakletme işindeki hüneri ve kemençesinden çıkarttığı kusursuz seslerdeki başarıları anlatılmaktadır. Hadiye Ötügen 1948’de şehir orkestrasının birinci viyolonselistiyken resitallere hazırlanıyor, diğer yandan solist Necmi Rıza Ahıskan’ın konserlerinde kemençesiyle Türk musikisi eserlerini seslendiriyordu. Ne büyük bir şans değil mi? Bir röportajında kendisine “her iki musikiye de vakıf olduğunuza göre bunlardan birini tercih edebilir misiniz?” şeklinde yöneltilen bir soruya verdiği yanıt oldukça anlamlıdır: “Güzel olan her şeyi severim.”
Yorum Yaz