Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazımın başlığında da anlaşılacağı gibi asıl konumuz konservatuvara gitmemem ve bunun nedenleri, ama ben ondan önce konservatuvar kurumunun nasıl ortaya çıktığını kısaca anlatayım. Konservatuvar kelimesi “koruma, muhafaza etmek” anlamlarına gelmektedir. Bu nedenle Avrupa’da daha sonra açılan diğer sanat okullarına da konservatuvar (conservatory, conservation, conservatorie) adı verilmiştir. Avrupa’da kurulan ilk konservatuvar 16. yüzyılda Napoli’de faliyete geçen San Maria di Loreto adlı müzik okuludur. Bu dönemde kimsesiz çocuklar bu okula yerleştirilmiş ve varlıklı insanların desteği ile dini eğitim ve müzik eğitimi almışlardır. Nitekim ilk İtalyan konservatuvarlarının çoğu yetimhanelere bağlı müzik okullarıydı. İtalya’dan sonra İngiltere’de de Dulwich Collega ve Christ’s Hospital adıyla iki okul açılmıştır. Bu okula 6 ile 11 yaş arasındaki kimsesiz çocuklar alınmış ve tıpkı İtalya’daki gibi dini eğitim ve ardından müzik eğitimi verilmeye başlanmıştır. Burada yetişen müzisyenler tiyatro, cenaze töreni, eğlence yerleri ve kiliselerde müzisyen olarak çalışmaya başlamışlardır. Avrupa’nın akside Osmanlı’da kimsesiz çocukların akraba ve çevre desteğiyle büyüdüğünü ve çok az da olsa devlete bağlı bakımevlerinde yetiştirildiğini, 20. yüzyıla kadar da Batı modeline uygun müzik eğitimi veren konservatuvarlar açılmadığını görürüz.
Şimdi gelelim asıl konumuz olan konservatuvar okumama sebeplerime. Dünyaca ünlü caz müzisyen Thelonious Monk şöyle demiş: “İyi ki konservatuvara gitmemişim. Büyük olasılıkla beni mahvederdi.” Monk’un bu cümlesi benim konservatuvara neden gitmediğim sorusunun da cevabıdır. Elbette ben de kısa süre müzik eğitimleri aldım, ama aldığım eğitimler konservatuar eğitiminden farklıydı. On yıl sokakta müzik yaparak kazandığım deneyimleri ve öğrendiklerimi konservatuvarda elde etmem mümkün olmazdı. Konservatuvara gitmediğim için hiç pişman olmadım.
Konservatuvar eğitimini sevmememin pek çok sebebi var. Yaratıcılıktan ve özgünlükten uzak, birbirinin aynısı icralar yapan binlerce konservatuvar mezunu müzisyen var, bunları görünce artık şaşırmıyorum. “Bir eseri ne kadar hızlı ve kusursuz çalarsanız o kadar başarılı olursunuz” mantığı da hep yanlış gelmiştir bana. Hakiki bir icracıyı, sadece enstrümanını çalış biçiminden bile tanıyabilirsiniz. Konservatuvarda karmaşık yapıtları hızla çaldırarak sınav yapılır. Her sesin kendini göstermek için zamana gereksinimi vardır. Akışı hızlandırdığınızda bu gelişim önlenir. Müzik, her şeyden önce seslerle yaratılan bir düşünme şeklidir. Zaman, bu düşünme şeklinde en önemli etkendir. Müzik, tıpkı anne karnındaki bebeklerin gelişimi gibi yavaş yavaş şekillenir; bu yüzden de konservatuvardaki gibi karmaşık yapıları hızla çaldırarak öğretilemez.
Bir sanatçı her zaman mükemmel ve kusursuz eserler veremez. Bir müzisyen kusursuzluğa ulaşayım derken zaman içinde kendini bir çıkmaza soktuğunu, daha az doğal çalmaya ya da başardığı birtakım şeyleri kaçırmaya başladığını görür. Mükemmeliyetçi ve kusursuz olmaya çalışan müzisyenlerin her zaman bir kuşku ve korkuyla yaşadığını da unutmamak gerekir. Bir başka ifadeyle kusursuz olduğunu dile getiren insanlar, kendilerini tanımayanlardır. İnsan, hayatında uğraştığı alana her şeyiyle sarılıp muazzam bir disiplinle çalıştığında muhtemelen başarıyı yakalar, ama bir müddet sonra başarısızlığa mahkûm da olabilir. Hayat saat gibi takır takır işleyip devam etmez çünkü. Sürekli başarı elde elden bir insan tecrübe ettiği bir başarısızlıkla her şeyini kaybetmiş gibi hissedebilir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki her başarılı insanın mutlu bir insan olduğu da iddia edilemez. Dünyada milyonların tanıdığı ve hayran olduğu o kadar çok başarılı yazar ve sanatçı var ki saymakla bitmez. Ama bunlar içinde hayatını intiharla bitirenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.
Türk müziği tarihinde maalesef az bilinen müthiş bir besteci vardır. Ertuğrul Oğuz Fırat, hiç konservatuvar eğitimi görmemiş ve asıl mesleği yargıçlık olan, aynı zamanda ressam, şair, ve öykücü olan bir bestecidir. Ertuğrul Oğuz Fırat bilgisini ve donanımını, hiçbir çalgı çalmadan, okullardan, kurumlardan uzak, kendi el yordamıyla, müziği tarihin derinliğinden günümüzün seslerine kadar inceleyerek elde etmiştir. Yapıtlarının değeri/değersizliği üstüne karar verecek olan yine tarihtir. Üne kavuşmamış olmasının nedeni, Çetin Altan’ın yaptığı nefis yorumda aranmalı: “Önemli” biri değil Ertuğrul Bey, “değerli” biri. Belki bir gün Ertuğrul Oğuz Fırat da herkes tarafından dinlenilen bir besteci olur.
Ertuğrul Oğuz Fırat örneğini şu sebepten ötürü anlatıyorum. Bir dönem -ki artık yavaş yavaş bu dönem bitiyor- müzisyen olabilmek için müzik okulunda okumak çok önemli bir şarttı. Sanatın diğer alanlarında da böyleydi durum. Eğer bir sanatçı eğitim almadan bir eser üretiyorsa onun hangi okuldan mezun olduğuna değil, ürettiği eserine bakılmalıdır. Son dönem Türk sinemasında sevdiğim iki yönetmen Zeki Demirkubuz ve Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde daha önce hiç oyunculuk eğitimi almamış insanları oynattı. Bu yönetmenler sinema bölümünde okumadılar. Bu oyuncular çok ciddi ödüller de aldı. İmkân verildiğinde muazzam sanatçıların varlığından haberdar oluruz. Türkiye’deki insanların anlamadığı nokta şu: Sanat çok pahalı bir alan. Bir ressamın boya malzemeleri, bir oyuncunun eğitimi, bir heykeltıraşın alçı ve taş malzemesi, bir müzisyenin enstrüman bakım ve malzeme yenilemesi çok masraflıdır. O yüzden “sanatın eliti yoktur” diyorum. Gerçek yaratıcı, çevresindeki en basit ve en küçük şeylerde dikkate değer ögeleri bulur ve bunları heybesinde biriktirir. Keşfin peşinde koşmaya ihtiyacı yoktur. Seçkin kurumlarda iyi bir eğitim görmek dahi bu keşfetme yetisini elde etmeyi garantilemez. Cezanne adıyla ün salacak bir ressamın tablolarını ilk kez satın alan birisi, keşfetme yetisine sahiptir. O resimlerin bir gün çok değerleneceğini biliyordur çünkü.
Filiz Ali geleneksel müziğin ve halk müziğinin konservatuvarlarda öğretilemeyeceğini ve bu tür müzikleri araştıran, inceleyen, tarayan, yaşatan ve arşivleyen enstitülerde öğrenileceğini belirtir. Filiz Ali’ye göre konservatuvarlar, operayı, baleyi, senfoni orkestralarını ve tiyatroyu besler. Türkiye’nin önemli orkestra şeflerinden Gürer Aykal da şöyle der: “Kompozisyon bölümünü bitirmekle besteci olunmaz. Dünya kadar yazmak gerekir. Bin eser yazılmalı ki, içinden on eser çıksın. Dünyada neler oluyor, bizim besteciler cin gibi bilmeli. Durup durup bir tane eser yazdıktan sonra yine durmak olmaz.”
Toplumsal ilişkilerde seçkinlerin yetişmesi her zaman şu güvenceyi vermiştir ki, eğitimin sağladığı o kusursuz tutumun maskesiyle önümüze çıkan tanınmamış kişileri değerli bulmamız mümkündür. Buna benzer bir güvence yoksa müzik ile ilişkilerimiz her zaman düş kırıklığına uğratır bizi. Yani ciddi miktarda paralar harcayıp sosyal medya, televizyon ve festivallerde büyük reklamlarla karşımıza çıkarılan çoğu müzisyenin aslında hiç de abartıldığı kadar iyi olmadığına şahit olmayanımız yoktur.
Yorum Yaz