Bir Ramazan eğlencesi biçimi olarak orta oyunu ve gölge oyunu

Köşe Yazıları

Gölge oyununun ortaya çıkışı için çeşitli rivayetler vardır Sevgili Okur, kimi, Hint’ten Çin’e, Çin’den Moğol’a, Moğol’dan Türklere, Türkler yoluyla da Anadolu’ya geldiğinden emindir. Kimileri ise Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ın fethinde onuruna verilen kutlama törenlerinde bu gösteriyi izlediğini ve etkilenerek İstanbul’daki sarayında sergilenebilmesi için ustaları yanında götürdüğünü söyler. Yine başkaları, Bursa’da cami inşaatında çalışan iki insan oldukları ve onların söyleşmelerinden yola çıkarak bu sanatın Şeyh Küşteri tarafından bulunduğuna inanılır. Anlayacağınız rivayet muhtelif ve fakat sonuç kesindir. Bu sonuç, Karagöz-Hacivat oyununun 16.yüzyıldan beri hayatımızda olduğudur.

Orta oyunu biraz daha gençtir Karagöz ile karşılaştırıldığında. Hayatımıza girmesi için 19.yüzyılın ortalarını beklememiz gerekmiştir. Bittabi onun çıkışı için de pek çok söylence vardır, İspanyollardan esinlenildiği söylenir, İtalyan halk komedisi “Commedia dell’Arte”nin Cenevizliler yoluyla geldiğinden bahsedilir. Kahir ekseriyet ise Karagöz-Hacivat gösterilerinin sahneye yansıması olduğuna inanır ki ben de bu kanıdayım efendim.

Evet Sevgili Okur, sizi tarihi malumat ile daha fazla yormadan, derdimin maksadına giriş yapayım. Gölge oyunu ve orta oyunu yüzyılları devirerek günümüze kadar gelmiş ve bugün yüzlerce usta tarafından büyük bir canlılıkla oynanmaya devam ediyor ve kitleleri peşinden sürüklüyor… Demek isterdim aslında, durum öyle değil maatteessüf, “gölge oyunu” biraz daha fazla dayanabilmiş fakat orta oyunu birazdan açıklayacağım sebeplerden ötürü neredeyse ölü doğmuştur. 

İyi de Hakan Kardeş, konunun başlığımız ile ilintili bağlantısı nedir diye sorulmasını engellemek için konuya bugünden bakıp, tekrar geçmişe döneceğim. Gelenek, yerli milli sanat -ki bu gazetede neden olamayacağını yazmıştım daha önce- diye hamasi nutuk atmaya yatkın pek çok muhafazakar! aydın ve kurum, kuruluş varken, konu ile ilgili alan ilgisizlik ve bakımsızlıktan dökülmektedir. Eh bu ayıp da konunun ilgililerine yetsin değil mi? Başlığı bu şekilde atmamın nedeni, tam olarak gönlümün en acıdığı yeri göstermek içindir aslında. Büyük bir gelenek sadece Ramazan ayına sıkıştırılmış bir “Dostlar alışverişte görsün” gösterilerine mahkum edilmiştir kanımca. Tabii konu ile ilgili son derece ciddi çalışan, akademisyen, hayali ve toplulukları bu kapsamın dışında tutuyorum ama cümlenin başında da söyledim ya, ‘bir avuç’ diye, gerisini siz anlayın artık Sevgili Okur. Bu konuda ikiyüzlü davranan kültür alanı yöneticisi ve alanı işgal eden insanları bir kenara bırakarak geçmişe dönüyorum ve Sn.Tahsin Konur’un bir makalesine atıfta bulunuyorum efendim: “Ortaoyununun kesin biçimine kavuşup bu adı almasına, ilk kez II. Mahmut'un kızı Saliha Sultan'la, Rıfat Halil Paşa'mn düğün şenliğini anlatan Saliha Surnamesinde rastlanır (Surname-i Saliha). Bu metin 1834 tarihinde kaleme alınmıştır.”

Tarihe dikkat ettin mi okur? 1834 diyor, peki Tanzimat Fermanı ile batılı anlamda tiyatronun hayatımıza girmesi hangi yıllarda oluyor? Cevabı tabii ki fermanın başlangıç yılı olan 1839 yılı olarak kabul etmek durumundayız. Yukarıda ölü doğmuştur derken bundan bahsetmiştim aslında, daha yeni gelişmeye başlayacak olan orta oyunu bir Batılılaşma rüzgarı ile savruldu. Peki o büyük ustalar  ne yaptılar? Onlar Batılı anlamda tiyatroyu ve orta oyununu birleştirip, tuluat tiyatrosu dediler adına ve böylece sürdürebildiler geleneği. Cumhuriyet ile birlikte batılı anlamda tiyatro yerleşince, yavaş yavaş sönümlendi gelenek. 

Buradan hemen bir batılılılaşma eleştirisi çıkartmayalım derim, çünkü geleneğin kaybolmasının daha büyük bir sebebi var, bu sebep ise Fransız Devrimi ile ortaya çıkan ulusçuluk ve ulus devlet fırtınasıdır.

“Yahu Karagöz, orta oyunu diye başlayıp, Ramazan’dan bahsedip, Fransız devrimine nereden geldin?” Dediğinizi duyar gibi oluyorum, cümleye ‘Yahu’ diye başlanmaz nazik olun ve beni dinleyin biraz. Orta oyunu karakterleri ile ilgi bir alıntı daha yapacağım Sn. Tahsin Konur’dan: “Diğer tipler ise; mirasyedi, züppe ve çapkın bir tip olan Çelebi, Zenne; kabadayı rollerinden Tuzsuz, Matiz, Sarhoş, Külhanbeyi ve Efe; Kavuklu Arkası olarak amlan cüce ya da kanbur; ma- hallenin aptalı Denyo; değişik şive taklitlerini gerçekleştiren Kastamonulu Hırbo, Kayserili Bakkal, Eğinli Kasap, Trabzonlu Laz, Rumelili Arabacı, Kürt Bekçi, Arnavut Celep, Acem Halı Tüccarı ile Arap, Yahudi, Ermeni ve Rum; eğlendiricilerden Köçek, Çengi, Kantocu, Hokkabaz, Canbaz ile olağanüstü varlıklardan Büyücü, Cazular, Cinler vb. den oluşur.”

Evet gelelim gönlümüzün incindiği yere… Dikkat ettiniz mi yukarıdaki tiplemelere? Türk, Ermeni, Kürt, Yahudi, Zenne, Hırbo, Çengi, Büyücü vs. Kaybettiğimiz şey orta oyunu veya gölge oyunu değil aslında, kaybettiğimiz şey bu çeşitlilik ve bu kadar milletle bir arada yaşama kültürü. Orta oyunu dediğimiz şey yukarıda saydığım bütün milletlerin zayıf yanlarıyla dalga geçilmesi ve bunun yine o milletlerin temsilcisi olan izleyiciye sergilenmesiydi aslında. Alanı dolduran o insanlar kendisiyle ve karşısındakiyle ilgili espri yapılırken kahkahalarla gülüyordu…

Kaybettiğimiz şey bu çok kültürlülüktür, kaybettiğimiz şey bu neşedir, bu hoşgörüdür aslında. Kaybettiğimiz şey keşke sadece arkaik bir gösteri biçimi olsaydı, içimin acıyan yeri tam da burasıdır…

Yorum Yaz