Bizim olmayan köylerin sakiniyiz

Köşe Yazıları

“Bir insan hangi seviyede olursa olsun, ideale ulaşma ihtimali vardır,” sözü kişisel gelişim kitaplarından fırlamış gibi duruyor. Ama öyle değil. Kroyçer Sonat’ta Tolstoy söylüyor bu sözü. Oradan bir koridor açılıyor ve kendimi Platon’un “idealar dünyası” üzerine düşünürken buluyorum. Neyse ki uzun sürmüyor çünkü felsefi düşünceyi berraklaştıracak gücüm yok, böyle anlarda zihnim yer çekimini kaybediyor. Gündelik hayatın gerçekliğinde bu sözün karşılık bulup bulmadığı sorusuna saplanıp kalıyorum. Yazının ana izleği de uçuşup duran yer çekimsiz düşünceler hepi topu. “Bir sayfalık düşüncenin dağınık ışığını tek bir cümlenin parlaklığına sığdırabilmiş,” değilim. 

İdeal benliği ile gerçek benliği arasında sıkışıp kalmış bu kadar insan varken Tolstoy’un sözü ruha yelpaze olmuyor değil. Yapılacaklar listesi, hedefler, planlar… uzayıp gidiyor ama gerçek benlik, ideale yaklaşamıyor. Farkındasınızdır, herkes “sistemin gözenekli hâli”nden faydalanıp başka bir yere çapasını atmış durumda.

O başka bir yer, bazen bizim olmayan köylerin sakini yapıyor bizi bazense haritanın başka bir köşesinin hayaliyle şekilleniyor. Kendinden memnun, ideale ulaşacağına inananlar elbette var. Dışarıda olan bitene mucizevi bir biçimde dirayet kazanmış, hayatı olduğu gibi kabul etmiş kişiler onlar. Seviyeleri, kariyer basamaklarını, övgüyü ve yergiyi de kenara bıraktıklarını tanıştığınızda hemencecik anlıyorsunuz.

Diğerleriyse gerçek benliğiyle bir küs bir barışık yaşıyor.  Daha başarılı olabileceğine, daha iyi işler yapacağına, ideal benliğine yaklaşamadığına inanan bu kalabalıklar çoğunluk gibi görünüyor. Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almaz atasözü bu durumlar için söylenmiş sanki. Değişimi isterken dahi kabahat başkalarına kalıyor. Neticede yaşadığı kentten, ailesinden, işinden, özel hayatından, eğitiminden hatta bedeninden memnun olmayanlardan oluşan bir topluluk, gündelik hayatın her yerinde mutsuzluğunu üzerimize boca ediyor. Kahkahayla gülen birine yönelen bakışlar, sinirlenen birine yönelenden daha delici çoğu zaman. Kedilerle selamlaşarak başladığınız günü, tepenizin tası atmış bir hâlde tamamlamanız çoktan rutininiz olmuştur söz gelimi.

George Herbert Mead’den ödünç alarak söylersek, kim olduğumuz başkalarıyla etkileşimimizde ortaya çıkıyor. Kendimizi görmek için başkalarının yüzü birer ayna ve kimse gülmüyor. Herkes kendisinden şikâyetçiyken nasıl oluyor da biri diğerinin de derdine dönüşüyor?

Bir süredir iş çıkış saatlerinde birilerinin bana çarpıp özür dilemeden uzaklaşmasını kafamın dağınıklığına vermekten vazgeçsem iyi olacak sanki.  Eve dönüşte yalnızca vapurda insanların bana çarpmadığını düşünüp vapura yöneliyorum. “Uzun ama sakin bir yol…” diye mırıldanıyorum.  Hangi seviyede olursak olalım, Platon da Tolstoy da huzura ermiyor.  Sesler çabuk yükseliyor, kargaşa sizinle aynı vagonda ve “Orada bir köy var uzakta…”

Yorum Yaz