Cadde’den haber var

Köşe Yazıları

Evinde klima olan bir arkadaşımı ziyaret ettim, serin bir ortamda kahve içmek çok güzeldi. Akşam serinliğinde çıkarken lise bire giden oğulun küçülüp kalmış fakat sapasağlam birkaç kramponunu kapının koluna asılı görünce giderken yolumun üstündeki giysi toplama kutusuna atabileceğimi söyledim, bir hayrım olsun. Nadide temmuz esintisiyle Ümraniye’nin Bağdat Caddesi sayılan Alemdağ’a indim. Caddenin trafiğe kapalı olması aliyyülâlâ, gelgelelim, kaldırımdan üzerimize gelen motosikletler, martılar, kaykaylar, bisikletler kalbi sıkıntılı olanlar için kabus. Birçok merciye başvurmuştum özellikle kaldırımdan üzerimize gelen motosikletler için, fakat genelde sizden başka şikayet eden yok cevabını aldım, huysuzluğum ima edilerek. Gezip dolaştığım hiçbir kıt’ada hiçbir şehirde böyle bir şey görmedim diyeceğim de nafile. Dün başka bir yerde motosikletli genç dur ihtarına uymadı, hızla polise çarpıp öldürdü. Bu belki uyandırır bizi ama sanmam. Motosikletler pandemiden kalma bir hareketlilik içinde. İnsanlar sürekli telefonla yemek istemeye alıştı. Yoldan geçenler benzine gelen zammı konuşuyordu ama iki taraflı sıralanmış onlarca kafede oturup bir çay içecek sandalye kalmamış. İnsanlar fiyatlar fahiş biçimde ne kadar artarsa artsın, gördüğü günden geri kalmamanın sırrına erdi bir şekilde. Dışarılara taşmış tekstil tezgahlarındaki rengarenk elbiselere dokunmamla irkilmem bir oldu, mütedeyyin kadınlara layık görülen tamamen yüzde yüz naylondan yapılmış ceset torbası misali korkunç kumaşlara mı yanarsın, marka mağazalardaki gibi pahalı oluşlarına mı. İnsan sağlığına aykırı bu sert poşet elbiselere bir dur diyen olur mu muamma. Sosyal devlet halka yılda iki kez pamuklu elbise gömlek ve pantolon dağıtmalı. Çukurova’nın pamuğundan nasiplensin millet. Cadde arabalarında uyuyan bebeklerle, şevkle dondurma yiyen gencecik ebeveynlerle dolu.

Yaprak kıpırdamıyor çünkü binalar kesmiş havayı, yer gök beton, rüzgara da geçit yok. Yol yapımı için konmuş kaldırım taşı kolilerinin üzerine oturmuş kadınlara katıldım, hep birlikte Hakan Altun’un “Ben o şarkıyı sana yazmadım.”  şarkısını söyleyen bir sokak şarkıcısına eşlik ediyoruz. Şehir ışıkları yanarken delikanlı Müslüm Gürses’den bir şarkı söylemeye başladı, metroya doğru yürüdüm. Kanepelere ne oldu ki, salgın günlerinden beri bir görünüp bir kayboluyorlar.

Siyah bir gölgenin parıldayan gözleriyle çarpışıyorum. Genç Afrikalı, sahibinin kilitleyip gitmiş olduğu haşlanmış mısır arabasının kuytusuna oturmuş, bir plastik örtü üzerine dizdiği saatlerle, deri kemer ve cüzdanlarla ilgilenen var mı diye murakabe ediyor. Seçim mitinglerinin yapıldığı meydandan gelen sesler, halay çeken, Kürtçe şarkılar söyleyen gençlermiş. Kederde tasada sevinçte her duygunun dışavurumu halaylar.

Eve geldim kimse yok. Kedimiz sıkılmış, hiç evden çıkmayalım istiyor. Bir damla su sıçrasa öfkelenen kedicik, bu günlerde musluğun altında iyice ıslattığımda bile sesini çıkarmıyor. Şehrin sıcaklığı nem yüzünden söylenenlerin çok üzerinde.

Yemek yaparken Instagram da Artbook (@artbookps1) hesabındaki canlı yayını dinleyeyim bari. Biri şair öteki belgeselci iki kadın konuşmacı. Yönetici sanatta adaletten söz ederken sözü veremiyor bir türlü. Siyahi konuşmacı sözü alınca kelimeleri yutarak koşarak konuştuğundan anlamak zorlaşıyor.

Yorum Yaz