Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Bazı yönetmenler günümüzde ülkelerinin yaşayan temsilcileri gibidirler. Onların filmlerini izlediğimizde ülkenin dönüşümleri, sosyolojisi ve güncel temalarına dair fikir sahibi olmak olasıdır. Sözgelimi Sovyet sonrası Rus toplumun yaşadığı dönüşümü, aile kavramının bu süreçten nasıl etkilendiğini, yeni dönemde devlet ve birey ilişkilerinin nasıl olduğunu görmek için Rusya yönetmen Andrey Zvyagintsev filmleri oldukça yetkin bir örnektir. Çin’de yaşanan Kültür Devrimi’nin etkileri, Japon işgalinin insanlar üzerindeki tahrip ediciliği, imparatorluk çağından yansımalar için Zhang Yimou filmleri izlenebilir. İran’ın yaşadığı dönüşüm, İslam Devrimi sonrasında köyden kente göçle oluşan yeni orta sınıfın insan hikayeleri ve günümüz İran panoraması için Asghar Farhadi filmleri bize somut doneler sunar. Bu ülke ve yönetmen ilişkisinde Almanya’ya sıra geldiğinde ülkenin tarihinden ve yaşadığı dönüşümden beslenen yönetmen olarak karşımıza çıkan en yetkin isimse Christian Petzold’dur.
Mubi’de filmlerini izleme imkânımız olan Christian Petzold filmlerinde Berlin Duvarı’nın etkileri, Doğu Almanya’dan insan hikayeleri, Birleşen Almanya’nın yeni yüzü ve Nazi döneminin insanlar üzerindeki tahrip edici unsurlarının izlerini sürebiliriz. Bu çerçevede Almanya’nın zengin ve bir o kadar da sarsıcı siyasi ve sosyolojik dönümünün etkilerini görebileceğimiz en yetkin ismin Christian Petzold olduğunu söyleyebiliriz.
Christian Petzold filmleri
Seksenlerin sonunda çekmeye başladığı kısa belgesellerle sinema kariyerinin ilk örneklerini veren yönetmenin bu dönem üretimlerinde biçim olarak avangart içerik olarak toplumsal bir çizgi tutturduğunu söyleyebiliriz. 1990 yapımı kısa belgeseli “Güney”de Türkiye’den gelen gurbetçilerin izlerini görebiliyorken 1991’de çektiği “Doğu” belgeselinde ilerleyen yıllarda sinemasında daha sık karşımıza çıkacak olan Doğu Almanya’nın Federal Almanya ile birleşmesinin izlerini görürüz. Televizyon için çektiği “Pilottinen” (1995), “Cuba Libre” (1996) ve “Die Beischlafdiebin” (1998) filmlerinde modern Alman insanının kadın erkek ilişkilerine odaklanmıştı. Görünürde politik olmayan olayları resmederek "kişisel olan politiktir" şiarını hatırlatan yönetmen, bireylerin davranışlarında ve tercihlerinde üretim ilişkilerinin rolünü bize hissettiriyordu.
2000 sonrasında sırasıyla “Toter Mann/Something to Remind Me” (2001), “Wolfsburg” (2004), “Gespenster/Ghosts” (2005) “Yella” (2007) ve “Jerichow” (2008) filmlerini çeken yönetmen, her filminde yeni bir temayla ama ısrar ettiği öğelerle filmografisini zenginleştirdi.
2014’de “Phoenix” filmiyle Almanların gözlerini kapattıkları bir dönem olan 1945 sonrasının yıkım dönemine eğilen yönetmen, Rainer Werner Fassbinder’in 1978’de çektiği “Maria Braun’un Evliliği” filmini hatırlatan bir Nazi sonrası yüzleşme filmi ortaya koymuştu. Şiirsel üslubuyla Almanya’nın en kaotik dönemini yansıtan Christian Petzold, filmografisine özgün bir film eklemişti. 2018’de “Transit” ile göçmenlik olgusuna zamanlar üstü bir bakış getirmiş, 2020’de “Undine” filmiyle Berlin’in mimari dönüşümünü mitolojik göndermelerle bezeli bir aşkın içine yedirmişti. Arada 1971’den beri devam eden Alman TV dizisi “Polıce Call 110” için de 2 bölüm çekerek Alman popüler kültür ortamında özgünlüğünü koruyarak yer alan yönetmenin, geniş kitlelerle bağını koparmamayı önemseyen bir tavır takındığını söyleyebiliriz. 2023 yapımı son filmi “Kızıl Gökyüzü”nde günümüzde geçen bir modern şehirli genç insanların doğa ve insan denkleminde kişisel duygu değişimlerine ve ilişkilerine odaklanan yönetmen, ilk gösterimini yaptığı Berlin Film Festivali’nden Jüri Büyük Ödülü’nü alarak ayrılmıştı. Benim favori Christian Petzold filmim ise hâlâ “Barbara” olmayı sürdürüyor. Mubi’de yayında olan film Doğu Almanya’dan yurtdışına çıkmak isteyen bir doktorun taşraya sürgün edilmesiyle başlayan yeni bir kaçamama hikayesidir.
Petzold sinemasına en iyi başlangıç: Barbara
Filmde; dönemin ruhunu, insan ilişkilerini ve Doğu Almanya’nın kuşatıcı atmosferini hissetmek mümkün. Barbara, Stasi (gizli polis) görevlilerince sık sık ziyaret edilip sahiplendiği her şey didik didik arandığında; kuşatılmışlığın ne demek olduğunu bütün benliğimizle hissederiz. Bu baskılara rağmen Barbara “öteki dünya” hayalinden vazgeçmez. Kaçma planı kusursuz görünüyordur. Tek engelse Barbara’nın ilk bakışta fark edilmeyen kocaman vicdanıdır. Zira gönlünün yarısı duvarın ötesindeyse öteki yarısı da tedavi edip tekrar çalışma kampına yollamak zorunda kaldığı iyileştirdiği genç kızda kalmıştır. Kendisi gibi Doğu Almanya’nın yaşam koşullarında hayatına devam etmek istemeyen genç kız, Barbara kadar şanslı değildir. Tâ ki çalışma kampından kaçıp Barbara’nın kapısına ulaşana kadar. Genç kız için Barbara’nın o mütevazı apartman dairesinden içeri girmek, Berlin duvarını aşmak kadar önemlidir.
Doğu Almanya’da insan neler hisseder, bir günü nasıl geçer, neler düşünür, aşkı nasıl yaşar? “Barbara” bu sorulara cevap ararken oldukça dingin davranıyor. Uzaktan bakan bir kamerayla müdahalesiz bir bakış atıyor bu kapalı döneme. “Barbara”nın izlenebilirliğini arttıran faktörlerden biri de bu insan odaklı tavrı. Batının güllük gülistanlık olduğu izlenimini yaratmıyor. Filmde özellikle oyuncular oldukça başarılı bir performans gösteriyorlar. Barbara rolündeki Nina Hoss duru güzelliği ve gerçekçi tavırlarıyla unutulmaz. André rolündeki Ronald Zehrfeld, taşrada yaşamayı kabullenmiş iyi niyetli bir doktor hissini uyandırmada oldukça gerçekçi.
Yönetmen Barbara’yı Doğu Almanya’nın soğuk ve yağmurlu bir gecesinde bir başına bıraktığında; Murathan Mungan’dan alıntılarsak “cevabı ömür süren bir soru”yla da bizi de bir başımıza bırakır: Gitmek mi zor kalmak mı?
Yorum Yaz