Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Daniel Defoe’nin sömürgeciliğin ivme kazandığı 18. yüzyıl başlarında kaleme aldığı meşhur macera romanı Robinson Crusoe’un ilk basımındaki orijinal adı oldukça yorucu bir uzunluğa sahiptir; York'lu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması. Tabi yorucu olan durumun, yalnızca kitabın orijinal isminden ibaret olmadığı aşikâr. Aynı zamanda bir çocuk kitabı sayılan Robinson Crusoe’un, maceraperest bir İngiliz denizcinin düştüğü ıssız adadaki -hayatta kalma ve doğayla mücadele etme- serüvenlerini anlatan masumane bir “eğlence” romanı olmadığı konusunda birçok şey söylendi. Nihayetinde Robinson Crusoe, altyapısız, dertsiz, meselesiz, alelade bir anlatı olmadığı gibi 18. yüzyılın zihinsel işleyişine hiç de mütevazı olmayan katkılar sunmak üzere kurgulanarak, bu bilinçle yazılmıştı. Sömürgeleştirme yöntemleri, algı kırılması ve bilinç aşısı gibi kavramlar üzerinden (Engels’le başlayan) uzun bir eleştiri taarruzuna tutulan Robinson Crusoe romanının, temsil ettiği değerler ve simgesel/sembolik anlatım tarzıyla katıksız bir sömürgeleştirme rehberi olduğunu söylemek bir sır değil artık, Cuma üzerinden somutlaştırılarak kullanılan yerli imgesinin bütünüyle 18. yüzyılın o acımasız sömürgeci ruhuna ait olduğunu söylemek de elbette.
Defoe’yi derinden etkilediği muhtemel olan İbn Tufeyl’in, Hay bin Yakzan’da, insan-tabiat-Tanrı merkezli bir hakikat yolculuğunu resmetmesinin bize bu ikili terazi hakkında bir şeyler söylediği açık. Tufeyl’in zihni bozulmamış fıtri akla uzanır. Robinson Crusoe’un meselesi ise 3. Dünya’nın nasıl Cumalaştırılacağıdır. Crouse, üç seri boyunca yerlilerin nasıl işe yarar hale getirileceğini anlatan bir kılavuz roman olarak, Cumalaştırmanın kitabıdır. Cumalaştırma temayülüdür. Ve yalnızca köleliğin arzu edilen bir özgürlük ya da yegâne kurtuluş yolu olduğunu vaaz etmesiyle değil, sözgelimi Cuma’yı tanımlama (benim vahşi) biçimiyle bile uzun bir tarihsel tecrübenin içinden sesleniyor.
Cumalaştırılmanın ne’liği hakkında yapılan konuşmalar, zihnimde hep aynı yerleri kışkırtıyor. Cuma’nın yalvardığı tüfeği düşünüyorum, o şaşkınlığın yüzyıllar süren anlamını. Ve bu masum macera romanındaki o ürpertici pasajda dolaşıp duruyorum; “Tüfeğe bir şey koyduğumu görmediğinden, elimdeki bu nesneyi insanı, hayvanı, kuşu, her şeyi uzaktan yakından yok edebilecek olağanüstü bir ölüm kaynağı olarak düşündüğünden dolayı şaşkınlığı bir kat daha arttı; bu şaşkınlıktan uzun bir süre kurtulamazdı artık; bırakacak olsam, hem bana hem tüfeğime tapacaktı. Tüfeğe günlerce elini sürmek istemedi; yalnız başına kaldığı zamanlar tüfekle, sanki tüfek kendisine karşılık veriyormuş gibi, bir şeyler konuşuyordu; sonradan öğrendiğime göre tüfeğe kendisini öldürmemesi için yalvarıyormuş.”
Yorum Yaz