Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
"Bazı gizemli kişiler vardır ki büyük olmaktan başka bir şey gelmez ellerinden." der Victor Hugo. Ve sorar: "Niye böyledirler?" Çünkü ölümsüz kahramanlardır onları büyük ve gizemli yapan. "Sadece kitap okurken zehirlenen bir keşiş imgesi beni çok heyecanlandırmıştı, o kadar" diyor Umberto Eco, Gülün Adı'nı yazma sebebine dair...
Hayatımızı yazsak bir roman olur mu bilmem ama birer roman kahramanı olduğumuz su götürmez, yazılmayı bekleyen. Seneler evvel St. Petersburg'da Raskolnikov'la karşılaşmayı umarak dolaştığım sokaklar... İstanbul'da kendimi bir Tanpınar romanının kahramanı olarak hissettiğim vakitler. Kars'a şair Ka ile görüşmek için gidişim. Ahmet Cemil'in meçhûl bir memlekette bir sabah uyanıp kendisini şair Ka olarak bulmasını düşlediğim geceler... Beni bir hülyâ adamı yapan Felix... Omuzlarının aynasında kendimi seyrettiğim Henriette... Rüyâlarımın sarışın buğdayı Levin... Göllerde akşamları kamış sûretinde görünen Eflatun... Uzanıp kendi yanaklarından öpen Madam Renal. Ve daha birçokları... Kendini binlerce kahramana bölüp insanlık komedyasını sahneleyen Balzac'a selâm olsun; selâm olsun sayısız kahramanıyla sıradan dünyalarımızı bir karnavala dönüştüren Dostoyevski'ye; bizi bize gösteren Tolstoy'a, Sadık Hidayet'e, Dickens'a, Stendhal'a, Kazancakis'e, Oğuz Atay'a, Yaşar Kemal'e, Ernest Hemingwey'e, Kemal Tahir'e, Orhan Pamuk'a, Gorki'ye, Cuniçiro Tanizaki'ye, James Joyce'a, Flaubert'e, Marcel Proust'a, Virginia Woolf'a, Halit Ziya'ya, Peyami Safa'ya, Cengiz Aytmatov'a... Hepsine selâm olsun... Ve içimizde yaşattığımız onlarca kahramana...
90’lı yılların başı. Lise birdeyim. Orhan Veli’nin “Yoksa biz bu dünyadan değil miydik” dizesinin manasını sezer gibi olduğum zamanlar. Elime kara ciltli bir kitap geçiyor. Malevich’in Siyah Kare’sine benzeyen bir kitap, dış görünüş itibariyle tabii. Kitabı açıyorum, yazar Balzac’ın Vadideki Zambak isimli romanı. Kitap okuma alışkanlığım var. Hatta küçük küçük bir şeyler bile karalıyorum. Çeviri Cemal Süreya. Bu ismi bir yerden hatırlıyorum. Evet evet, köydeki Ekrem Amca’nın sınıf arkadaşı. Ondan arada söz ederdi bana. Süreyya değil Süreya. O y’nin hikâyesini de anlatmıştı. Demek çevirmendi y’si eksik Cemal Süreya. Şair olduğunu sonradan öğrenecektim. Aslında kitabı okurken öğrendim bir bakıma. Roman değil şiir okuyormuşum hissine kapıldım sık sık. Çok sonraları adının anlamının mutluluk olduğunu öğrendiğim Felix, romanın baş karakteri. Ne yürek burkucu bir tezat. Yaşım ona yakın. O Henriette’e âşık ben hayâlî bir sevgiliye. Beni içinde soluk aldığım dünyadan gayr diyarlara ve niçin söylemeyeyim, özge safâlara sürükleyen o pasaj:
Lâl ü ebkem kesildiğim ân. Gâilb Dede’nin ne nâtuk u ne hâmûş dediği o üçüncü hâl. Ben işte bu pasajla hülyâ adamı oldum diyebilirim.
Stefan Zweig anlatıyor, ben araya giriyorum: “Balzac masaya, tıpkı bir ‘simyacının altınını döküm potasına atması gibi, benim de hayatımı oraya attığım,’ dediği bu masaya (altı mumlu gümüş şamdan şimdi biraz aydınlatıyor Felix’in yüzünü) oturur.
Küçük, gösterişsiz, dört köşeli bir masadır bu ve yine de Balzac onu sahip olduğu en değerli şeylerden daha fazla sevmektedir (beyaz keşiş cüppesinin rengi mi solmuş Henriette’in yüzü gibi?). Turkuazlarla bezeli altın bastonunu (zer mürekkepli bir kaleme benzeyen), parasını güç bela bir araya getirip satın alabildiği (ekonomi bilgisinin cömertçe serdedildiği sayfalarını hatırlıyorum Vadideki Zambak’ın) gümüş ıvır zıvırı, şatafatlı bir biçimde ciltlenmiş kitaplarını, şöhretini bile, bir askerin kan kardeşini savaşın kargaşasından kaçırması misali, bir evden diğerine iflaslardan ve felaketlerden kaçırdığı bu küçük, sessiz (Vadideki Zambak’ın mürekkep lekeleri var mı üzerinde?), dört ayaklı nesne kadar sevmemektedir. Çünkü bu masa en derin hazlarının, en büyük ıstırapların tek sırdaşıdır; bir tek o gerçek yaşamının (ve elbette Felix’in kalbinin) sessiz tanığıdır.”
Felix o masada yazıldı. Masanın damarları gibi görünen çizgiler Felix’in içinde kan değil gözyaşı dolaşan damarlarıdır.
“Son bir bakış daha: Her şey hazır mı? (Aşk için her şey hazır!) Gerçekten fanatik her işçi (ve her âşık gibi) gibi Balzac da işi (aşk) söz konusu olduğunda kılı kırk yarar, araç gerecini bir askerin silahını sevdiği gibi sever (Napolyon’un kılıçla yaptığını kalemle yapmaya karar vermiş bir ruh olarak) ve kendini savaşa atmadan önce onun hazır olduğunu bilmek ister. Sol tarafta temiz kâğıtlar, hepsi aynı formatta olan özenle seçilmiş kâğıtlar üst üste konulmuş durmaktadır. Kâğıdın gözlerini almaması ve saatler süren çalışması sırasında yormaması için hafif mavimsi (vadinin üzerindeki gökyüzü gibi) olması gerekmektedir. Kâğıtlar uçarcasına ilerleyen kaleme (Felix’in şatoya uçarcasına gidişi) engel teşkil etmemeleri için, özellikle kaygan, ince olmalıdır (Felix’in dudağının derisi gibi); çünkü gece boyunca doldurulması gereken daha on, yirmi, otuz, kırk sayfa vardır! Kalemler (mektupları da yazdı o kalemler), karga tüyünden (başka türünü istememektedir) yapılmış tüy kalemler de aynı özenle hazırlanmıştır; mürekkep kabının yanında (o hokka Felix’in gözyaşı şişesi) -kendisine hayranlarının hediye ettiği bakır taşından değerli olan değil, öğrencilik yıllarından kalma kap- yedekte bir iki şişe mürekkep daha durmaktadır. Çalışmasını kesintiye uğratmadan bütün tedbirlerin alınması zorunludur. Dar masanın sağ tarafında, arada bir, sonraki bölümler için aklına gelenleri ve düşüncelerini not ettiği küçük bir not defteri bulunmaktadır.” İşte Felix böyle bir masada yazıldı. Özel bir usule göre yaptığı Bourbon, Martinik ve Moka çekirdeklerinin karışımından oluşan Balzac kahvesi eşliğinde elbette. Çalışırken acılarını unutan bir yazarın Felix’e söylettiği ilk cümle: “Arzuna boyun eğiyorum.”
“Narin kökleri aile toprağında ancak sert çakıllara rastlıyan ilk yaprakları hain eller tarafından yırtılan, çiçekleri açıldıkları sırada dona uğrayan ruhların sükût içinde katlandıkları ıstırabın tasvirini; bu hazin ve müesser şiiri bir gün bize hangi sanat gözyaşlarıyle beslenmiş hangi sanat verecek?” Cevap: Roman. “Dudakları acı bir meme emen ve tebessümleri çok haşin bir bakışın yokedici kudretiyle sindirilen çocuğun ıstıraplarını bize hangi şair söyleyecek? Cevap: Balzac. Evet Balzac bir şair değilse nedir Felix’i yazarken.
Az önce Zweig’ın anlattığı masadan o büyülü vadiye kanatlanan Balzac, açık mavi elbisesi, ipek çorapları, dantelâ gömleği, babasının yeleği parlak iskarpinleriyle Felix’i şatoya gönderir. Felix’ten dinliyoruz: “Şeklimin nahif ve ufak tefek manzarasına aldanarak, bir kadın beni annesinin keyfi gelip götürülünceye kadar uyumağa namzet bir çocuk sandı ve yuvasına inen bir kuş hareketiyle yakınıma kondu. İleride doğu şiir ve edebiyatının parlayacağı ruhumda bir kadın ruhunun parlayıverdiğini hissettim. Komşuma baktım ve gözlerim şenlikten duymadığım bir derecede kendisine bakmaktan kamaştı; o benim bütün şenliğim oldu. Bundan evvelki hayatımı anladınızsa kalbimden derhal fışkıran hisleri keşfeylemişsinizdir. Üzerlerinde âdeta yuvarlanabilmek arzuları duyduğum yuvarlak omuzları birdenbire gözlerime çarptılar; bunlar sanki ilk defa çıplak oluyorlarmış da, bundan âdeta kızarmışlar gibi hafifçe pembe omuzlardı, bir ruh sahibi olan ve satenden derileri ışık altında ipek bir kumaş gibi parlak, mahcup omuzlardı. Bu omuzlar bir hatla ayrılıyordu ve elimden daha cesur olan nazarım bu hat boyunca daldı.”
Felix bir şair değildiyse o andan itibaren şair olmuştur. Bu satırlar ilk gençlik yıllarını yaşayan birinin kendini bulacağı bir karaktere işaret ediyordu benim için. O anda ben de Felix idim ve göğsüm acıyla hazzın karışımından oluşan bir heyecandan hızla inip kalkıyordu:
“Yeni bir ruh, kanatları renklerle parlayan bir ruh gizlendiği örtüleri parçalamıştı. Kendisini hayran seyrettiğim o eski yıldız, demek ki mavi steplerden düşmüş ve ışığını, parlayışlarını ve tazeliğini muhafaza etmek şartıyle kadın şeklini almıştı. İnsanın en şiddetli ve kuvvetli duygusunun ilk defa olarak böyle fışkırıvermesi garip bir şey değil midir?”
Ruhumda bir kadın (her erkeğin ruhunda olan ama çoğunda sönmüş bir yıldız gibi duran) ruhunun parlayıverdiğini hissettirmişti Felix bana. Tılsımlı kavislerden hareketle semavî bir deneyimin kapılarını aralamıştı. Ve elbette ilk defa varoluş mayası olarak Aşk’ı bu denli derinden hissetmiştim.
Yıllar sonra Meserret Oteli’nde Felix’in ruhuyla oturup şunu yazdım muhayyel sevgiliye:
Âh hayır, o güzelim Vadideki Zambak’ın kahramanı Madeleine’den bahsetmiyorum. Bir fincan çayın ya da kahvenin yanına konmuş ‘tadımlık’ kurabiyelerden bahsediyorum. Diyorum ki onlar, dünyanın tadı gibi bir şey. Dilin durée’si. Madeleine sayesinde bir uzun-ân-âşığı olmayı öğrendim ben.
Belki Proust’un kahramanı gibi, çaya batırdığımda bütün bir ‘kayıp zaman’ın peşine düşmedim ben ama yine de o ‘kayıp zaman’ı ‘şimdi’ye taşımayı becerebildim sanıyorum. Şimdi ve dâimâ. Yakalanan zaman’da sonsuza-doğru olmak...
Ben Felix değilim. Olabilir miyim? Madeleine ‘hayır’ diyor. Siz o zambaklı vadiden çıkıp geldiniz, neden? Sırı, cilâsı dökülmüş bir aynanın içine girdiniz, neden? Neden bir kasımpatı olmayı denemiyorsunuz? Eğer bir kasımpatı olursanız, içimdeki çocuğun mezarına bırakabilirim sizi.
Sonra da kavis fikrini aklıma ilk düşüren Felix’i, Melâmî Kavisler’de:
Felix
‘kalbinde kendilerini affettirmek için
bendekilere muhtaç sırlar mı var’
Natalie, öyleyse dinle, bir zambak niçin
tesniye vadisinde kendi içine doğar
niçin gül saplı kaşıklarla çıkarır
ömrünün telvesini, omuz başı sallanmadan
Felix ben değilim, o sırça kadehi kır
hokka olarak kullandığın, sen öyle san
‘beati qui lugent’, titrek bir el yazısı
ile yazılmış, ‘gelmeyin sevgili melekler’
bir mürekkepbalığıdır baloların bazısı
söylenmemiş bir benizde yüzermiş meğer
‘Felix, pek çok sevilmiş dost’, âh kavisli
harflerle yazılan o mektubun Lili
Yorum Yaz