Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yönetmen Murat Pay: “Filmlerimin özellikle geleneği gündem almak için yola çıktığını söyleyemem. Ama sinemanın beni içine çektiği zihni faaliyetin belirleyici yönelimi geleneğe doğru oldu. Kader. Tabi ki bu alanda çalışmaktan büyük keyif aldığımı söylemeliyim. Aynı zamanda çok şey öğreniyorum, sanata dair incelmiş birikimlerle karşılaşmak dünyamı zenginleştiriyor çünkü.”
Genellikle Litros’ta bazen genç bazense usta şair ve yazarların izini sürerken bu kez kamerayı bir yönetmen ve senarist olan Murat Pay’a çevirmek istedim. Kendisiyle biraz Büyüyen Ay’dan çıkan “Yar Bana Bir Eğlence” kitabı özelinde biraz da sinematografisi özelinde keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Murat Pay ile sohbet ederken, onun için kıymet ifade eden üç isimden yani Ahmet Uluçay, Ayşe Şasa ve Hasan Aycın’dan, geleneğin ve sanatın onun dünyasındaki yerine, rahmetli Sezai Karakoç’un ona yol gösteren cümlelerine odaklandık. Çok yakın bir zamanda yani 13 Aralık’ta vizyona girecek olan ve İslam Ansiklopedisi’nin yayın sürecinden bahseden “Hep 33 Yaşında” belgesel-filminin ise çok kıymetli ve beyaz sinemamız için önemli bir girişim olduğunu düşünüyorum.
Ayşe Şasa, Hasan Aycın ve Ahmet Uluçay’dan bahsederken bir söyleşinizde, yaşantı ve eserlerinin aynılaşması hususundan dem vuruyorsunuz. Bu isimlerin sizin için önemli olmasının bir sebebi de bence sanatla kurdukları ünsiyette saklı, diye düşünüyorum. Kendi sanat anlayışınızda örnek aldığınız bu isimler ayrı ayrı sizin için neyi ifade ediyorlar?
Ayşe Şasa, sinemanın bir anlam dünyasından neşet eden bir bakış, perspektif ve yorumlama meselesi olduğunu hatırlatan kişi benim açımdan. Diğer yandan Ahmet Uluçay film yapma eylemine nasıl yaklaşmam gerektiği konusunda bana yol işaretleri sunan bir kılavuz. Hasan Aycın ise Müslüman bir sanatçının yaşantısıyla örnek bir abidesi. Bambaşka bir yerden ifade edersem Ayşe Şasa bir arkadaş, Ahmet Uluçay bir usta, Hasan Aycın hakiki bir dost. Ayşe Şasa ve Ahmet Uluçay’a rahmet, Hasan Aycın’a da bereketli bir ömür diliyorum bu vesileyle.
Geleneğin zamanı ve mekanı aşarak her devirde yaşaması mümkün müdür sorusunu bırakıyorsunuz akıllarımıza ve gönüllerimize. Bu sorunun “Yar Bana Bir Eğlence” adlı kitabınızda önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Neler söylemek istersiniz?
Evet, geleneğin bıraktığı sorulara bir cevap verme yükümlülüğümüzün olduğunu düşünüyorum. Cevapların yeni sorular çıkaracağını bilsek bile. Gelenek, soru sorma kabiliyetini içinde taşıdığı müddetçe canlı ve yaşayan bir organizma olarak hayatımızın ortasında durmaya devam edecek. Sevsek de sevmesek de. Tabi zaman ve mekânı aşan tarafını soyut bir şey gibi düşünmemek gerekiyor belki. Tam da hayatımıza değen, hayatımızın canlı tarafına seslenen ama bugün arka planda, belki mutfak kısmında kalan, kendini biraz gizleyen bir zeminden bahsediyoruz. Hâlbuki doğum, ölüm, bayram, seyran gibi metafizik diyebileceğimiz bütün süreçlerin özne mesabesinde bir parçası gelenek. Gelenekten kaçmak mümkün olmadığı gibi, geleneği eskinin aynı haliyle şimdiye aktarılması gibi bir tanımın içine sokmak da gerçekçi değil. Haliye bu durumda gelenek nedir sorusuyla tekrar karşılaşmış oluyoruz her seferinde.
Gelenekle ilgili açıklamalarınız bu kavrama doğru yerden baktığınız duygusunu oluşturdu bende. Gelenek bu çağda, bize yol gösteren bir kandil gibi adeta. Siz neler söylemek istersiniz? Murat Pay sineması da tam da bu türden inceliklere odaklanıyor desek yanılmayız bence.
Bilemiyorum, filmlerimin özellikle geleneği gündem almak için yola çıktığını söyleyemem. Ama sinemanın beni içine çektiği zihni faaliyetin belirleyici yönelimi geleneğe doğru oldu. Kader. Tabi ki bu alanda çalışmaktan büyük keyif aldığımı söylemeliyim. Aynı zamanda çok şey öğreniyorum, sanata dair incelmiş birikimlerle karşılaşmak dünyamı zenginleştiriyor çünkü.
Tüm bu okumalar ve ilmi çabaların teknik anlamda bir filme dönüşmesi sürecine bakılırsa “Mâşuk’un Nefesi” ilk duraklarınızdan biriydi. İşte geleneğin canlılığı, bize bu çağda dahi yol gösterişi demişken, bu film bence sizin için de izleyenler için de canlılığını koruyor bence. Ne dersiniz?
Tabi ki. Bu tarz yapımların yıllar geçtikçe anlamlı ve kalıcı hale geleceğini zannediyorum. Çünkü bir yönüyle belge filmler bunlar, gelenek meselesini doğrudan ele almaları itibariyle. Böylesi yapımların bir parçası olabilmemin bir koşulunun geleneğin canlı tabiatıyla ilgili olduğunu söyleyebilirim. Bu takdirde canlılık pekâlâ aktarılabilir.
“Dilsiz”den bahsetmek istiyorum. Hat sanatıyla ilgili bir belgesel film düşüncesi sizi bu filmi çekmeye itti. Ancak filmde somut olarak bir sanattan fazlası her şeyden önce hal diliyle bezenmiş bir usta- çırak ilişkisi ön planda. Bu filmi gelenekle fikri düzeyde bir hesaplaşma çabası olarak tanımlamıştınız. Bu bağlamda size son tahlilde Sezai Karakoç’un cümleleri yol gösterdi, denebilir mi?
Sezai Karakoç’un gelenek konusundaki yorumunu hatırlamak gerekiyor belki. Karakoç aklımda kaldığı kadarıyla geleneği ilk başta kavga edilmesi kaçınılmaz, sonrasında uzlaşılması elzem bir zemin olarak tarif ediyor. “Dilsiz” benim açımdan gelenek meselesiyle bir yüzleşme olduğu kadar geleneği biraz da anlama çabası. Belki daha çok anlama çabası. Çünkü gelenekle hesaplaşacak kadar geleneği bildiğimi düşünmüyorum. Ama tabi ki anlama çabasının içinde ister istemez bir hesaplaşma zarureti de mevcut. Birbiriyle zıtlaşan, kavga eden, uyum sağlayan, birbirini besleyen bir süreç bu. Anlama çabası bazen geleneği karşıma almamı gerektiriyor bazen de kavganın anlamsızlığı üzerinden bir uyum yakalamama olanak sağlıyor. “Dilsiz” de bu gelgitli atmosferden etkilenmiştir herhalde.
Bence de öyle. Filmde bu gelgitli atmosferi gözlemliyoruz. Ben aynı zamanda “Hep Otuz Üç Yaşında” adlı belgesel-filmi galasında izleme fırsatı buldum. İslam Ansiklopedisi’nin yayın sürecini anlattığınız bu eser şuan sizin sinematografinizde zirve bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Emek ve bedel ödemenin önemi filmde ön plana çıkıyor. Bizden sonrakiler bu ışığı takip edebilecek mi? Ne dersiniz?
“Hep Otuz Üç Yaşında”, içerikten maada film dili açısından farklı bir şey yapmak istediğim, kısmen de başarılı olduğumu düşündüğüm bir film. Tabii ki bundan sonrası seyircinin takdiri. Gelecek konusunda ümitliyim elbette; ümit benim açımdan varoluşsal bir zemin. Bu yönüyle gelecek kuşağın bu hikâyeden etkilenip etkilenmeyeceğini bilmiyorum ama etkilenebileceklerine dair ümidimi muhafaza ediyorum.
“Hayal Kuşu”nun üzerinde çalıştığınızı bir söyleşinizde okumuştum. Bu filmle ilgili neler söylemek istersiniz? “Hep Otuz Üç Yaşında” ve “Hayal Kuşu” ne zaman seyircilerle buluşacak?
“Hayal Kuşu” film projemizi kısmet olursa 2025 yılında çekmeyi düşünüyoruz. Bir aşk hikâyesi, içinde çini sanatına dair detayların da yer aldığı. “Hep Otuz Üç Yaşında” filmimiz ise kısmet olursa 2024’ün son ayında, 13 Aralık’ta Türkiye genelinde vizyona girecek ve seyircisiyle buluşacak.
Son söz olarak, Ahmet Uluçay’a atıfla “Sinema için bunca acıya değer mi?”
Değip değmeyeceğini belki yaşamım boyunca kesinkes anlayamayacağım ama değdiğini düşünerek film yapma çabasının içinde bulunmaya devam edeceğim.
Yorum Yaz