Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazar Sadık Yalsızuçanlar: “Ariflerin yaşamlarını, insanın kozmik öyküsünü izlemek bakımından son derece ilgi çekici buluyorum.”
Bu kez Türk edebiyatının kadim isimlerinden biriyle, kıymetli yazar Sadık Yalsızuçanlar’la gerçekleştirdiğim bir röportaj ile okurların karşısındayız. Kendisiyle Cam ve Elmas’tan, Ebu Hasan El-Harakani’ye, eserlerinde iz sürdüğü tasavvufi isimlerden dergiciliğe, son çıkan kitabı Yalnızlığın Gri Lehçesi’nden kitabın arka planını oluşturan dinamiklere kadar birçok konuyu masaya yatırdık.
Yıllar önce okuduğum Cam ve Elmas adlı eserinizle söze başlamak istiyorum. Okuduğum kitaplarınız arasında beni en çok etkileyen eserlerden biriydi. Hem yaraya derman hem de yarayı çoğaltan bir yönü vardı Cam ve Elmas’ın. Ebu Hasan el- Harakani’nin “Yeryüzünde yolculuk edenin ayağı, gökyüzünde yolculuk edenin kalbi su toplar,” sözüne ilk defa bu eserinizde rastladım. Gökyüzünde yolculuk edenlerden bahsetmeyi seviyorsunuz gibi geliyor bana. Neler söylemek istersiniz hem Cam ve Elmas hem de kitaplarınızda izini sürdüğünüz tasavvufî isimler hakkında?
Teşekkür ederim. Cam ve Elmas’ın iklimini pek güzel özetlemişsiniz: Hem yarayı iyileştirmeğe çalışıyor hem de çoğaltıyor. Ana karakter Görüntü Yönetmeni, Kars’a giderken aşk yaşantısının psikopatolojisinin ileri bir evresinde ruhu sancır bir halde… Kars’a yıllar önce bir festivale davet edilmiştim. Festivalin başlığı: “Beyaz, uykusuz, uzakta…” idi. Yaklaşık iki-iki buçuk ay süren yazdan sonra kışa giren ve uzunca bir süre beyaza bürünen, İstanbul’dan kuş uçuşu Bosna’ya dahi uzak olan bu ıssız yere gelince, kameramanımızın karısıyla ve kızıyla yaşadığı ıstırap bir yandan büyüyor bir yandan da Harakanî’nin büyülü dünyasına girerek, “yaremi bildim, yarimden imiş” noktasına evriliyor. Onun sürekli ayağı su topluyor ama burada insanın kalbinin de su toplayabildiğini fark etmeye başlıyor. Bendeniz, ariflerin yaşamlarını, insanın kozmik öyküsünü izlemek bakımından son derece ilgi çekici buluyorum. Hani Necatigil, “evin halleri”nden söz ediyordu şiirinde: E hali, de hali, den hali, yalın hali… Bilgelerin benlik eğitiminden geçerken yaşadığı süreçler buna benziyor. Sonunda iş başa dönüyor ve dünyaya geldikleri hale bürünüyorlar, yani yalın hallerine. Bu yüzden peşlerine düşüyorum. Onların sözlerinden ve yaşamlarında yaralarımıza dokunan, onları iyileştiren bir iksir var.
Ne güzel ifade ettiniz. Karanlığa yaklaştıkça imanı artanların, mana-madde ikileminde manayı tercih edenlerin hatta mana’ya susamışların bir romanı gibiydi Cam ve Elmas, değil mi? Ne dersiniz?
Evet, çok doğru. Yaman Dede, “yanmaktır efendim biricik çaresi aşkın…” diyordu. Demek ki aşk, kavuşmak değil, kavuşma arzusuyla sürekli yanmakmış. “Önden aşk gerek ere, andan dervişe benzer” diyen bilge şair, bize ne denli yanarsak o kadar güzel pişeceğimizi söylüyor. Cam ve Elmas, cam ile elmas arasındaki farkı, yanma mecazı üzerinden söylemeye çalışıyordu. Bir kezinde Ayşe abla (Şasa), bana, “dibe vurmadan yüzeye çıkamayız evlat” demişti. Bunu, kendi tecrübesinin bir özeti olarak söylemişti. Kameramanın acısının bir kısmı bana ait. Kalanını ise yazarken yaşadım. Aşk yakıyor, parçalıyor, örseliyor ama sonunda olgunlaştırıyor, yol aldırıyor. Ayrılık ise ruhsal bilinci parçalıyor, en kötü beraberliğin bitimi bile geride bir enkaz bırakıyor. Dönmemek üzere gidiş ise, yangından kalan küle benzer bir şey oluşturuyor. Gerçeğe duyulan özlemi bize ancak bir duygudurumu olarak da yaşantı olarak da aşk duyurabiliyor.
En son Fabrik Yayınları’ndan Yalnızlığın Gri Lehçesi adlı eseriniz çıktı. Gözlemlediğim kadarıyla “Deniz” hem bir karakter hem bir imge gibi ele alınıyor kitapta. Bu farklı geldi bana. Aynı zamanda içsel bir yolculuk, varoluşsal düşünceler ve insanın sıkışmışlığı ya da kabz haline geçişi ön plana çıkıyor. Karşımızda siyah ya da beyaz yok gerçekten de. Boz bulanık bir su var sanki, ruhi anlamda. Tam da gri bir lehçe. Neler söylersiniz?
Hem Deniz hem de ana karakter, sonu gelmez bir yalnızlık içinde. Yalnızlığın lehçesinin son kertede mor olabileceğini düşünüyordum, yazdıkça gri olduğunu fark ettim. Anlatı bitince bu adı verdim. Deniz’in hem bir kişi hem de imge olduğunu belirlemenize katılıyorum. Bu yüzden Deniz dedim. Deniz, birliktir aslında. Cemaldir ama celalden geçilir. Büyük Yunus, “bir kuş olup uçmak gerek / derya deniz geçmek gerek” diyor. Sonunda, “bir kıyıya çekilmek gerek” diye ekliyor. Deniz kıyısız ise tekinsizdir. Gerçi kıyısız deniz olmaz. Cem’e gelince farka geçilmezse durum fena! Yalnızlığın Gri Lehçesi’nde, henüz olgunlaşamamış, kendisiyle dost olamamış iki yalnızın, şairin deyişiyle, “bir duvarda birbirini bulması” anlatılıyor. Peki, “iki yalnız birbirini bir duvarda bulursa” n’olur? Yalnızlık, yapayalnızlığa dönüşür, birbirlerini örselemeğe başlarlar. Burada da böyle oluyor. Bozbulanık tabiri anlatıya çok uyuyor. Gri lehçe de öyle. Gerçi hâlâ, içimden bir ses, mor mu olsaydı diye fısıldıyor ama… Mor, iki karşıt duygunun/halin rengidir biliyorsunuz: Kabz ve bast… Neşe ve hüzün. Gerçi, Cam Ve Elmas’a can veren Hz. Harakanî, “katımızda hüzün ve neşe yoktur, biz biriz” diyor ama bu, insanın yalın haline ulaşabildiğinde zevk edeceği bir şey. Yalnızlığın Gri Lehçesi’nin kişileri henüz yolun başındalar, belki çok az yol almışlar.
Psikolojide Jung’ın yaklaşımına göre içimizdeki çocuk kişi, geçmişte ailesinde bulamadığı ya da hissedemediği bir sevgiyi, büyüdüğünde diğer ilişki ve iletişimlerinde arar. Fakat bu sevgi bir türlü bulunamaz ya da eksik parça tamamlanamaz. Eserdeki ana karakterin derdi biraz da böyle denebilir mi? O halde insan için çıkış nasıl mümkün? Söz gelimi böyle bir karakter için hiçbir zaman umudun rengi mavi gibi bir lehçe söz konusu olamaz mı? Bu noktada iyileştirici olan nedir?
Anne veya baba oyuğu kolay kapanmıyor. İnsan, biliyorsunuz çocukluğunda kuruluyor. Öncesine de götürenler var gerçi. Doğrudur. İnsanın âlem-i câna geldiği andan itibaren kuruluşu başlıyor. Rilke, kitaplardan sorulunca, “onlar da tıpkı insanlar gibi, sonu gelmez bir yalnızlık içindedirler,” diyor, “onları da ancak sevgi yaşatabilir.” Biz sevgiyi parçalıyoruz, indirgiyoruz, hangi düzeyde isek öyle yaşıyoruz. Bu yüzden Büyük Yunus, “Çalab’ın dünyasında bin bir türlü sevgi var / Bak kendözüne kangısına layıksın” diyerek bunu temellendiriyor. Demek ki sevgi bir. Aslında O’nu seviyoruz, neyi seversek sevelim, Büyük Sevgili’yi seviyoruz. Vücut bir olunca zaten, bütün oluş, O’nun içinde gerçekleşiyor. Sevgisizlik, insanın bütün yaşamını etkiliyor hatta belirliyor. Son nefesimize kadar bunun acısını yaşıyoruz. Onarmak, o oyukları doldurmak neredeyse imkansız oluyor. İlginçtir, nebilerin ve onların varisi olan ariflerin henüz bebekken anneleri veya babaları, hatta bazen ikisi birden alınıyor. İkinci anneye kavuştuklarında artık onlar için yepyeni bir hayat başlıyor. Böylece o oyuğu tümüyle yok edebiliyorlar. Yaralarınıza şifalı bir el değmemişse sadece kendi çabalarınızla iyileştirmeniz çok zor.
Çok doğru. Ben iki’den çıkan yalnızlığın bir başka güzel olduğunu düşünmüşümdür zaman zaman romantik bir biçimde. Aslında kitap bu cümlemi doğrulamıyor. Peki sizce iki’den bire ulaşamaz mı iki insan? Bu zor bir soru mu? Ya da karakterimizin tercih etmediği bir yol mu?
Yalnızlığın Gri Lehçesi’nde, ikiyi bir edemeyenlerin acısını anlatmak istedim. Başka hikâyelerimde, anlatılarımda ikiden bire ulaşanları çok anlattım. Ama bu böyle olsun istedim. İntihar, uykusunu alamamış bir insanı uyandırmak gibiymiş. Biraz da kendi çabasıyla ölmeden evvel ölememenin nasıl muazzam bir acı ürettiğini yansıtmak istedim. Biz, ölünce uyanabiliyoruz yani hayvani benliğimizi, insanî ruha dönüştürdüğümüz zaman… Uyanmadan ölen o kadar çok insan var ki… Ölmeden evvel ölemeyince, köktenci bir hileyle canına kıyabiliyor insanlar. Onların acısını saygıdeğer buluyorum ama burada, bilgelerin dediği gibi bir kaçış var; baş edemeyince firar etmek… Oysa firarın çok daha güzel yolları var.
Yakın zamana kadar Edebiyat Ortamı’nın genel yayın yönetmenliğini yürütüyordunuz. Dergiler kültür yuvamız. Edebiyat Ortamı da öyle. Genel olarak dergicilik sizin için ne ifade ediyor? Cemil Meriç’in “hür tefekkürün kaleleri” olarak ifade ettiği dergilerimiz hakkında, ülkemizde dergicilik hakkında neler söylemek istersiniz?
Bizim edebiyat sosyolojimiz, dergiler üzerinden yürüyor. Pek çok toplumdan farklı biçimde bir dergi cennetiyiz. Bunu heyecan verici buluyorum. Bazıları yollarına devam etmese de, fanzininden tutunuz, yerel veya ulusal, çok sayıda; canlı, etkin, yeni yeteneklerin serpilmesini sağlayan çok çok güzel dergilerimiz var. Onlara emek verenlere şükran borçluyuz.
Yorum Yaz