Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yazar Naime Erkovan: “Ödüller bir anlamda sevindiricidir ama bir anlamda da ekstra sorumluluk yükleyicidir.”
Yazar Naime Erkovan ile, bu yıl Necip Fazıl Hikâye-Roman Ödülünü almasından ötürü söyleşimize ödüller üzerine konuşarak başladık. Ardından da iki türde de eser vermiş bir kalem olarak öykü ile roman arasındaki ilişkiye odaklandık. Uzun yıllardır yaratıcı yazarlık dersleri de veren Erkovan, bu konuda oldukça deneyimli bir isim. Derslerine katılan yazar adaylarının okuma ve yazma dışında hayata dair de kazanımları olduğunu ifade ediyor ve ekliyor: “Edebiyat, hayatı yavaşlattığı için insanlar durulmaya başlıyorlar. Bunu o kadar çok gözlemledim ki… Telaşlı, aceleci karakterler sakinleşmeye başlıyor, angarya işlerden ve sorumluluklardan kendilerini arındırmayı başarıyorlar çünkü edebiyat, ruhlara iyi geliyor ve bunu kimse inkâr edemez.” Edebiyatın, bu hız çağında bir nebze de olsa durup soluklanmaya, yavaşlamaya vesile olması insana iyi hissettiriyor. Merkezimizde edebiyat olsa da sanatın tüm dalları iyi ki var!
Naime Hanım merhaba. Umarım iyisinizdir. Öncelikle tebrik ederim. Bu sene Necip Fazıl Kısakürek Hikâye-Roman Ödülünü aldınız. Aldığınız başka ödüller de vardı. Bu bağlamda ödüller hakkında ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Çok teşekkür ederim Merve Hanım. Ödüller bir anlamda sevindiricidir ama bir anlamda da ekstra sorumluluk yükleyicidir. Çünkü ödüle layık görülürken hem fark edildiğiniz mesajı verilir size hem de daha çok okurun gözü artık üstünde uyarısında bulunulur. Aynı zamanda sanatınızı tekrar gözden geçirmek için de bir fırsat. Ancak bir rehavete de sebep olabilir ödüller. Ulaşmayı hayal edebileceğiniz her şeye ulaşınca çalışma şevki biraz gölgede kalabilir. Nitekim Nobel ödülleri hep ileri yaştaki sanatçılara verilir. O ödülden sonra kaç yazar, ödül öncesi performansında ve başarısında eserlerini kaleme almaya devam etmiş, bir bakmak gerekir.
Yıllardır öykü türünde eserler verdiniz, en son ise “Tahta Kapıların Ardında” isimli bir romanınız çıktı. Bu açıdan merak ettiğim şey: roman ve öykü arasındaki ilişki nasıl okunabilir, birbirlerine göre üstünlükleri ve zaafları nelerdir? Bunlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Öykünün içini dışını öğrenmek, bir yazı disiplini ve yetkinliği kazandırıyor öncelikle. Bu tür, az sözle çok şeyi ifade etmeyi öğrettiği gibi, gereksiz ayrıntılardan da kurtarıyor sizi. Fakat öykü, yazma sürecinde esneme imkânı vermez; son derece katı bir türdür. Ben vakitsizlikten ötürü çoğu zaman öykülerimi de genel hatlarıyla tasarlarım yazmadan önce. Bu alışkanlığım romanda çokça işimi kolaylaştırdı. Roman planınız ne kadar ayrıntılı olursa yazma süreciniz de o kadar rahat ve hızlı oluyor. Ama ilginç bir şekilde bir yandan yazarken bir yandan aklıma kurguyu değiştirme fikri geliyordu. Olur mu, olmaz mı düşüncelerine kapılınca hızlı bir sağlama yöntemiyle olabileceğini gördüğümde keyiflendim. Bir anda bütün yasaklardan kurtulup özgür bir ülkeye kavuşmak gibi bir histi bu her seferinde.
İçimden geldiği gibi yazıyorum
Öykü veya roman yazarken tarzınızı (postmodern ögeler/gerçeküstü unsurlar vs.) neye göre seçiyorsunuz?
Ben sadece içimden geldiği ve sevdiğim gibi yazıyorum. Bu tarz ayrıntıları düşünerek oturursam metnimin başına, yazmak için en çok önemsediğim “yazma coşkusunu” susturmuş olurum. Böyle bir durumda salt akıl devreye girecektir ki, onun rehberliğinde yazmak pek tatsız ve yaratıcılıktan pek uzaktır.
Yıllardır yazarlık dersleri verdiğinizi biliyoruz. Bu açıdan yaratıcı yazarlığın yazar adayına ne tür katkıları oluyor sizce?
Her şeyden önce iyi bir okura dönüşüyor adaylar derslerle birlikte. Çünkü yazma çalışması dışında dönüşümlü bir şekilde kitap değerlendirmesi de yapıyoruz. Türk ve dünya edebiyatının seçkin eserlerini okuyup inceliyoruz atölyelerde. Adaylar, bir zamanlar okumuş oldukları yazarlardan çok daha iyilerinin ve fazlasının olduğunu öğrenerek edebiyat evrenlerini bir hayli genişletiyorlar.
Yazma işiyse biraz daha farklı. Her adayın gelişme gösterme süreci ve vakti bambaşka. Düzenli yazanların daha çabuk yol aldığı kesin, bir de disiplinli çalışmayı göze alanların. Bunun dışında herkesin yolculuğu eşsiz ve kişiye özgüdür. Atölyelerde yıllardır hep söylediğim bir şey vardır: Nasıl yazılması gerektiğini değil, nasıl yazılmaması gerektiğini öğretebilirim. Buna dikkat ettikleri takdirde metinlerini gereksiz yüklerden kurtarmasını öğreniyorlar. Ayrıca böyle yaparak yazar adayını kendi mizacına uygun topraklardan uzaklaştırmamış oluyorum. Eğer aksini yapsaydım edebiyat dünyasında epeyce fantastik yazan kalem yetişmiş olurdu.
Okuma ve yazma dışında hayata dair de kazanımları oluyor adayların. Edebiyat, hayatı yavaşlattığı için insanlar durulmaya başlıyorlar. Bunu o kadar çok gözlemledim ki… Telaşlı, aceleci karakterler sakinleşmeye başlıyor, angarya işlerden ve sorumluluklardan kendilerini arındırmayı başarıyorlar çünkü edebiyat, ruhlara iyi geliyor ve bunu kimse inkâr edemez.
Çoğu yerde asli amaç edebiyat olmuyor
Yaratıcı yazarlık dersleri verdiğinize göre sanatın öğretilebilir ve öğrenilebilir olduğunu düşünüyorsunuz, diyebiliriz. Bunun karşısındaki tezlere dair neler düşünüyorsunuz?
Yıllardır bunun mümkün olmadığını savundu hep birileri ama zaman içerisinde birçoğunun atölye düzenlediklerini gördük. Bu meseleye mesafeli hatta küçümseyici tavırlarla bakanlara şunu sormak gerekiyor: Bir metin veya şiir yazdıklarında yayımlatmadan önce edebî zevkine güvendikleri birilerine okutmuyorlar mı? Ayrıca şunu da sorabiliriz: İyi yazar veya şairleri, nasıl yazmışlar acaba eserlerini diye irdeleyerek okumuyorlar mı hiç? Bunlardan birine bile olumlu cevap veren kişi, atölye mantığını peşinen kabul etmiş olur. Aksi takdirde Yahya Kemal’siz bir Tanpınar’ı veya Puşkin’siz bir Gogol’u kabul etmek zorundayız. Elbette bütün atölyeler için konuşamam ama biliyorum ki yüksek meblağlara birçok kişi bu tür dersler düzenlese de katılımcıların ne metinleri ciddi bir şekilde incelenip eleştiriliyor ne de hakkaniyetli bir okuma listesi veriliyor. Ne yazık ki çoğu yerde asli amaç edebiyat olmuyor.
Bu bağlamda dehaya inanır mısınız?
Deha çağı çoktan bitti bildiğiniz gibi. Sanatçının zeki olması elbette çok kıymetli ama o, gönüllü ve yılmaz bir işçi olmak zorunda her şeyden önce. Bu çağ, üstün bir varlık olarak yaratılmış insanı, tek bir alana kısıtlamaya çalışırken varsa eğer dehası, onun ortaya çıkmasını da engellemiş oluyor. Bu işte sabra, disipline, tevazuya, analitik düşünmeye daha çok inanırım.
Masanızda neler var?
Henüz masaya konmadı hiçbir şey ama aklımda birkaç proje var. Bakalım kısmet hangisinin. Ama şunu çok gördüm. Aklımın ucundan dahi geçmemiş olan bir konu, bir anda her şeyin önüne geçip merkeze yerleşir. Örneğin roman yazmayı uzun bir süredir istesem de önce bir deneme yazmayı düşünmüştüm fakat bir anda konusuyla, karakter ve atmosferiyle baskın yapar gibi çıkıp gelince yazmaktan başka çarem kalmadı. Sonraki eser konusunda, her işimde olduğu gibi bunda da zuhurata tabi olmaktan yanayım.
Biterken okurlarımıza bir film, bir kitap, bir şarkı bıraksak.
Tek isim vermek çok zor ama deneyeceğim.
Film: Azrail’i Beklerken (Chicken with Plums)
Kitap: Beni Asla Bırakma (Kazuo Ishiguro)
Şarkı: “Hatıran Yeter” ve “Another Day in Paradise.”
Yorum Yaz