Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi

Benim roman kahramanım, Anayurt Oteli’nin Zebercet’idir.
Bu yaralı, kişilik parçalanmasına düçar olmuş, çaresiz, zavallı ve trajik kişilik, bizim modernleşme sürecimizin kurbanlarının prototipi gibidir. Bu yüzden, Abdülhak Şinasi Hisar ve Oğuz Atay’ın benzer kahramanlarının da zengince işlenmiş bir enmuzeci diyebileceğimiz bir karakter olarak bende derin izler bırakmıştır.
Modern Türk roman dağlarının en özgün eserlerinden birisi olan Anayurt Oteli’nin doğuşuna ilişkin Yusuf Atılgan, 1988 yılında Refik Durbaş’a verdiği bir mülakatta şöyle der: “Manisa’da ‘Anavatan Oteli’ diye bir yer vardı. Babamla Manisa’ya her gidişimizde Anavatan Oteli’nde kalırdık. Çünkü otelin sahibi babamın iyi arkadaşıydı. Oteli de Zebercet efendi ile oğlu Ahmet işletirdi, romandakinin tersine. Bir gün bu oteli yazma isteği doğdu içime. O sıralar arkadaşlarla Birgi’ye gideceğiz. Gece Aydın’da bir otelde kaldık. Bu otel işte. kapıdan giriliyor, karşıda yukarıya çıkan bir merdiven var. Kâtibin yeri de bu merdiven aslında. Önünde bir küçük masa. Gece arkadaşımla konuşurken, ‘yahu’ dedim, ‘bu adamın buradaki hayatı ne olabilir? Merdiven altında oturan bir adam. Nasıl bir adamdır bu? Üstelik benim bunaldığım zamanlar.’ Böyle bir ikilem içinde olduğum bir durum. Anavatan Oteli ile bu adamı birleştirdim, kendi ruh durumumu yansıtmaya çalıştım. Bu roman çıktı…” Yazar, sonrasında hüzünlü biçimde, Zebercet’in romanı göremediğini/okuyamadığı ama o yöreden okurların, “Aaa biz bu adamı (Zebercet’i) tanıyorduk,” dediklerini kaydeder.
Anayurt Oteli’nin ilk adı, Otel’dir. Yayın aşamasında, Bilgi Yayınevi sahibi Ahmet Tevfik Küflü, Anayurt Oteli olsun diye önerir, yazar da kabul eder. Ana-yurt, Türk modernleşmesinin kalbindeki krizi, bu sürecin sancısıyla kıvranan birkaç kuşağın, ülkelerinde kendilerini nasıl bir “otel”deymiş gibi hissettiklerini yansıtan etkileyici bir eğretilemedir. Derrida’nın modern(ist)lerden yola çıkarak genelleştirdiği ve giderek insanın dünyada hatta kozmosta kendine bir yurt edinememesini “göçmen kuş” imgesiyle yansıtışını anımsatır Anayurt Oteli. Genç yaşta canına kıyarak yaşamını yitirmiş olan yaratıcı/özgün bir şiir evrenine sahip Nilgün Marmara’nın dizelerini ödünç alarak söylersek, insan, burada, bu ülkede, bu dünyada “kendine bir yer edinmekte, kendini yer edinmekte” kavurucu bir umarsızlıkla karşı karşıyadır. “Kendimi bir yer edinemiyorum / kendime bir yer…” diyen şair, sanki Zebercet’in varoluşsal gerçeğini anlatıyor gibidir. Türk modernleşmesi, özellikle Cumhuriyet Dönemi dikkate alınacak olursa, “özgür birey / vatandaş” inşa etme konusunda ciddi bir krizle yüzyüze gelmiştir. Vatanı kendisi için bir “otel” gibidir; gelir, bir süre konaklar ve gider. Fakat bu geçici konaklama, tıpkı Anayurt Oteli’ndeki gibi uğursuz, kabus dolu ve “spleen”in (sıkıntını) yoğunlaştığı bir süreci içinde taşır. Yine bir modern Türk şairi Lale Müldür, Baudelaire’in spleen dediği ruh sıkıntısını bir tür “yaşama hastalığı” olarak niteler ve birkaç dizesinde şöyle tanımlar: “Bir balığın kesik boynu gibidir spleen…” “Bir inşaat işçisinin ansızın güneşte bayılışı gibidir spleen…” Zebercet’in içindeki o muazzam boşluk, hiçlik ve anlamsızlık bize, bir balığın kesik boynunu hatırlatır.
Anayurt Oteli’ne konu olan olaylar, 1963 yılının yirmi ekiminde, pazar günü başlar, yirmi iki gün sonra yine bir pazar günü biter. Zebercet, oteldeki ortalıkçı kadını öldürür, kendini asar ve bizi de o kahredici, muazzam boşluğun içine iter. Atılgan’ın diğer romanı Aylak Adam’dakinden de az, oldukça sınırlı, dar bir kişiler kadrosu, az mekân ve kısa süreli bir zaman boyutu içinde olup biter her şey. Romanın yine konu edindiği dönem, yani 1960’lı yıllar, Türkiye toplumsal kültürünün alabildiğine politize olduğu bir evredir. Cumhuriyet modernleşmesinin nirengi noktası, Doğulu bir toplum olmaktan çıkıp Batılı değerlerin baskın olduğu bir ulus/topluma dönüşmektir. Bir kültür hatta uygarlığın başka bir kültüre/uygarlığa dönüşmesinin, tabiat ve tanımı gereği imkânsız olduğu açıktır. Modernleşmeyi bu zaviyeden algılayan bir toplum mühendisliği, üzücü biçimde, kalbinde bir krizi de besleyip büyütmüş, o toplumun üyelerini “birey”leştirememiş, böylece bugüne değin uç veren bir psiko-sosyal buhranı önümüze getirmiştir. Zebercet, sadece kendi bireysel psikolojisi içinde açımlanması mümkün olamayacak kadar toplumsal çağrışımlara, gönderme ve atıflara sahip bir hikâyenin kahramanıdır. Ulusal bayram törenlerindeki absürd hali bunun en tipik göstergesidir. Kişilik parçalanması, bir tür şizofreni, yalnızlık, kimsesizlik, bir otelde yaşama durumu, içe kapanıklık, gerçek anlamda bir kadınla bir aşk yaşantısına sahip olamama gibi nitelikleri onu zaten o trajik sona tek başına sürüklemeye yeterdir. Söylenmeyeni okuyacak olursak, Atılgan, bize, Cumhuriyet modernleşmesinin, Zebercet gibi bir birey açısından iki ucu/yönü olan bir sonuç ürettiğini ima etmektedir: Anayurdunda kendine bir yer edinememek, toplumsal koşullardan bağımsız olarak bir insan tekinin bu dünyada tutunamaması ve dünyayı yurt edinememesi… Bu çift yönlü ima, metnin hemen bütün ayrıntılarına sinmiş gibidir. Zebercet’in diğer roman kişileriyle ilişkileri, hatta kediyle münasebeti bile bunu destekler içeriktedir. Zebercet, bütün bu özellikleriyle insanoğlunun, yirminci yüzyılda, bizim coğrafyamızda maruz kaldığı yarılmanın en çarpıcı örneği olarak öne çıkar.
Grameri, anlatımı, sözlüğü, betimlemeleri, karakter oluşturma biçimi ve nihayet olaylar örgüsü bakımından da Anayurt Oteli, yetkin bir yazarın kaleminden çıktığını göstermektedir. Atılgan birkaç metniyle, modern Türk öykü ve roman tarihinde müstesna yerini almayı başarmış bir yazardır. Kişilerin ruh durumunu yansıtırken, büyük dünya yazarlarınınkine benzer bir dil/anlatım genişlemesi/derinleşmesi yaşar. Tasvirleri olağanüstü etkili ve özgündür. Özellikle kafa sesi kullanırken, çağdaşı yazarların çoğundan daha yetkin bir performans sergiler.
Anayurt Oteli öyküsü ve anlatımıyla, okuru derin bir boşluğun hatta girdabın içine çeker. Zebercet’in çaresizliği, zavallılığı, bizi kahreder. Olayın geçtiği yer, bir büyük şehir olmaktan çok, bir tür kasaba gibidir. Kasaba, evrensel anlamda bir dram odağıdır. Köy ve şehirden farklı olarak, burası bir kişilik/karakter laboratuvarıdır. Atılgan, bu dekorun barındırdığı imkânları çok iyi kullanır. İç yakıcı, hüzünlü bir tekrarla, “gelmeseydin ölürdüm!” sayıklaması, zihnimizin tavanında yankılanıp durur. Otel bir ölüler evine, giderek kâbus dolu, ürkütücü, korkunç bir sessizliğin, kimsesizliğin, tutamaksızlığın olduğu bir hayalet konağa dönüşür. Zebercet zaten yalnız ve dar olan dünyasını iyice daraltır, kendini ölüm hücresine hapseder. Artık istese de oradan çıkamayacaktır. Ayağının altındaki iskemleyi ittikten sonra bedeni acıyla sallanırken elini güçlükle son bir defa ipe uzatacaktır. Bu, bir tür “hayır hayır henüz bitmedi…” gibi bir geri dönüş umarsızlığını da ironik biçimde ifade etmektedir. Kişinin kendine kıyması, “geride bıraktığı” kişilere verilen bir tür mesaj ya da onları cezalandırma biçiminde okunabilir. Peki Zebercet, kimi cezalandırmakta, kime mesaj vermektedir? Aslında hepimize… Atılgan, Zebercet’in hikâyesiyle, yüzyıllar önce Horatius’un, “Quid rides? De te fabula narratur" uyarısı gibi, bize, -kısmen ondan farklı olarak- “evet, gerçekten üzülün, anlattığım sizin hikâyeniz!” diyor.
Yorum Yaz