Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Kitapları okuyor, kurgularla büyüleniyor, kahramanlarla günlerce, bazen aylarca yaşıyoruz. Okuduklarımızı unutmayız zannederken bir süre sonra her şeyin silindiğini fark ediyoruz. Oysa nasıl güzel bir hisle kapatmıştık kitabın kapağını, nasıl da inanmıştık o hayal dünyasının hayatımızın bir parçası olacağına…
Unutmak elbette insani fakat unuttuğumuz her şey, ömrümüzün rengini ve armonisini bizden çalar. Başlangıçta kaybın boyutunu anlamayız çünkü rengin ve armoninin çoğu bizimledir ancak unutuşlar arttıkça gri bölgeler çoğalacak ve güzellik yok olacaktır.
Hayatımın büyük bir kısmı edebiyata, dolayısıyla kitaplara vakfedilmiş durumda. İyi kitapları defalarca olmasa bile en azından iki kez okumayı gönlüm arzu etse de başarmam mümkün değil. Bu durumu kabullenip kendimce yöntemler buldum. Öncelikli kuralım şudur: Her kitabı sadece bir kez okuyacak vaktim var. O hâlde dikkatle okumalıyım. İkinci kuralımsa kitabın satırlarını çizme cesaretidir.
Okuma ve yazı atölyelerimde bu kurala yanaşmayan öğrencilerim çıkar sürekli. Eskiden ben de onlar gibiydim; hiçbir sayfaya tek bir işaret dahi koyamazdım. Bir gün anladım ki okumak böyle olmuyormuş. Çizdiğimiz veya işaretlediğimiz kısımları hatırlama süremiz çok daha uzun oluyor. Üçüncü kuralımsa eser bittikten sonra onunla layıkıyla vedalaşmaktır. Kitabın kapağını kapattıktan sonra birkaç gün yeni bir esere başlamıyorum çünkü henüz okuduğum kitabın rüzgârından çıkmamışımdır. Bu üç kuraldan sonra en eğlenceli kısım başlıyor.
Olmadık bir hayale inanan ve bu hayalin peşinden giden insanları gördüğümde Hayri İrdal ve Halit Ayarcı gelir hep aklıma. Hayat her zaman bir şeylere inanmak ve bu uğurda mücadele vermekle döngüsünü tamamlayacak. Sadece bu ikisini hatırlamam üstelik. Hemingway’in İhtiyar Balıkçısı da aynı sularda yüzer. Pes etmemek gerektiğini hatırlatır durur sürekli.
Ölüm karşısında hayatın anlamsızlığını gördüğümde İvan İlyiç’i aklıma getirmemem mümkün değil. Her canlı ölecektir gerçeğini belki de en iyi gösteren eserdir. Malın mülkün, elden giden sağlık karşısında toza dönüştüğünü bütün çıplaklığı ve acısıyla hatırlatır.
Her şey bazen çıkmaza girdiğinde ve nefes alamayacak hâle geldiğimde Zeze’nin portakal ağacı gelir aklıma. Dostun bulunmadığı yerde bir ağacı bulmak daha kolaydır. Nitekim insan bunalınca konuşacak değil onu dinleyecek birine ihtiyaç duyar sadece. Bir ağaçtan iyi sırdaş bulmak mümkün müdür?
Mutsuz giden evlilikleri ya da eşlerin birbirinden ruhen koptuklarını gördüğümde Anna Karenina ve Emma Bovary belirir zihnimde. Ruhların artık uyuşmadığı yerde yanlış arayışların başladığını ve bu maceranın çoğu zaman felaketle sonuçlandığını düşünmeden edemem.
Ve sonra gönül Tanrısını arar. Tıpkı Malte Laurids Brigge gibi düşe kalka, yara bere içinde bulur onu. Kimsenin yol göstericiliği olmadan da bulunan varlıktır Tanrı. Arayış kutsal, sancı kutsal, kavuşma hepsinden kutsaldır.
Madem bir kez okuyabiliyoruz kitapları, o hâlde yer açalım onlara ki ömür boyu bizimle kalabilsinler…
Yorum Yaz