Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
1840’ta Edgar Allen Poe’nun "Kalabalıkların Adamı" adlı öyküsü yayımlandığında, modern zamanlar için avarelik hikâyesi başlamıştı. Tutkulu gözlemcilik ile yürümeye övgü’nün iradi olarak birleştiği bir duyguyla yürüyordu kahramanımız. O yıllarda Poe’nun Londra sokaklarında aylaklık yaptırdığı bu kahraman anlatıcı’nın herhangi bir namı yoktu elbette. Ama 19. yüzyılın Paris’inde ortaya çıkan flanörlük kavramının yaslandığı anlamın atasıydı "Kalabalıkların Adamı". Moderniteden bağımsız değildi nihayetinde.
Dönemin Paris’i, dar sokaklarıyla halk isyanlarına oldukça elverişli bir şehirdi, açık politik kimliği buydu. İsyan ve Paris. Napolyon’un kudretli valisi Haussmann’ın -bu tehlikeyi bertaraf etmek için- devrimcilerin barikat kurmasını güçleştirecek ve topçu birliklerine uzun alanlar açacak bir şehir planını uygulamaya koyarak, imha ile ihya arasında bir "yeniden inşa" faaliyetini başlatmasıyla, Paris’in çehresi de ebediyen değişecekti. Napolyon’un cephesinden "stratejik güzelleştirme" idi bu faaliyet. Dar sokakların geniş bulvarlara dönüştürüldüğü bu yıllarda, mekân olarak pasajların orta çıkmasına, sokakların gaz lambasıyla aydınlatılması da eklenince, evin dışında oldukça cazibeli bir hayatın varlığı vuku bulmuştu. Üstelik ışıldayan geceler, eksik gün’ün ilave bir parçası olmuştu. Flanör’ün doğuşu gerçekleşiyordu. Mekân, zamanın kendisini nimet bilen flanörler için dışarıdan içeriye doğru uzayan bir gözlem evi’ydi artık. Şehirler yeni anlatıcılarını çağırmıştı sanki. Sessiz ama her şeyin farkında olan anlatıcılar.
Parisli Charles Baudelaire, kendi özerk alanında kalabilmeyi başarmış bu gözlemci şehir gezginlerine, edebiyatın sınırları içinde ikamet izni vermiş ilk yazardır. Baudelaire, "dünyayı gözlemek ama dünyadan saklı kalmak" derdi mesela. Dünyadan saklı kalmak, her flanör’ün mesleğidir. Şehirden ve şehir insanından kaçmadan onlara atfettiği anlamın içinde saklanır flanör. Tek sığınağı olan kalabalıkların içindedir, hayatın ortasında olmanın ağırlığını hisseder ve uygarlığın hıncını duyar. Flanör kendi ritminde akarak etrafını tanırken, akışın içinde, her şeyin eşiğindedir. Kitle perdesini aralayarak şehrini görür. Onu turistten ayıran da budur zaten. Planın, listenin, gezilecek yerlerin değil, keşfin, plansızlığın, rast gelmenin peşindedir. Kararsız, kafası karışık, aylak, meraklı, kaplumbağa temposunda yaşayan, zamanı/mekânı gerçek anlamıyla duyan, başkasının bakmadığı gibi bakan, ince-likleri görmeyi seven, hayret duygusunu yitirmemiş, kaybolmaktan korkmayan ve her daim keşfin peşinde centilmen bir şehir kâşifi. Dalgın dalgın yürümenin peşinde ayrıca. Arifane derviş mi, değil. Serazat eleştirmen belki.
Flanörler pasajlar, yollar, insanlar boyunca yürürler. Hayatın olağan akışına dâhil, ruhunun saatine sadıktır hepsi. Aynı döngüye, ayrı anlamlarla mukabele ederler. Yürümek, yolda olmanın yani yaşamanın tariflerinden biridir. İnsan bir düşünceyi zihninde gezdirerek hitama erdirir, düşünce yürür, bu eyleme aklın ayakları da eşlik eder bazen. Flanör sağlıklı yaşam için yürümez, zamanını verimli kullanmanın derdinde değildir, bir yere yetişmeye çalışmaz, adımlarını saymaz. Nihayetinde şehrin içinde saklı duran o anlam’ı arar. Ama ne aradığını bilmeden bakar, farkında olmadan bulur, adressiz varır. Avarelik bilgisiyle yol görgüsü kazanır. Yoldadır, yolda olmakla meşhurdur.
Flanör, varlığıyla çılgın kalabalıklara bir soruydu aslında; nereye gidiyorsunuz? Bu soru hala geçerliliğini koruyor ama flanör mağlup oldu. Siber-flanör ise daha doğmadan öldü. Flanörün ölümü, 19. yüzyıl Paris’inde artık aylak aylak gezmeye izin vermeyen o şehir kaosunun vahşileşmesiyle gerçekleşmişti. Bugünün dünyasında ise, keşif mekânları elinden alınmış ve boynuna ilan tahtası asılmış flanörün gerçek anlamda varlığından söz etmek olanaksız. Üstelik flanör de artık bir müşteri. Flanör öldü, evet. Ama soru ayniyle duruyor.
Yorum Yaz