Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Durmaya ve beklemeye tahammülümüzün olmadığı, belki de durmaya ve beklemeye inancımızın kalmadığı bir çağdayız. Bir deniz manzarasında sükûnet nöbeti tutmanın, bir kabristanda ötelerden esen rüzgârı hissetmenin, herkesin uykuya çekildiği bir gece vaktinde “ben yârimi tenhada severim” kaidesince avuç açmanın, gözyaşı dökmenin gücüne dönemiyoruz kalbimizi. Oysa beklemek, ilticanın sınırlarında gezinmektir. Hakkıyla beklemeyi bilenler ve gönlüyle iltica edenler, boş çevrilmezler. Ne deniz, ne rüzgâr, ne de yâr boşa çıkarmaz bu emeği. Alışverişsiz, beklentisiz, menfaatsiz bir bekleyiş, Yunus Emre’mizin “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim” sözünü yaşatır insana. Burası hem “eyvallah” makamıdır hem de “hamd” makamıdır.
Vaktiyle Fatih’te yaşayan bir gönül hekimine “Efendim geçmiş olsun, az evvel mahallenizden bir haber geldi, eviniz yanmış” demişler; çok kısa bir süre bekleyip “hamd olsun” diye cevap vermiş. Birkaç dakika sonra “Efendim yanan ev başkasına aitmiş, sizinkine sıçramamış” dediklerinde de yine biraz bekleyip “hamd olsun” demiş. Bu vakur duruşu anlamayanlar hemen sormuşlar “Neden iki habere de hamd olsun dediniz?” diye. Şöyle söylemiş o zât-ı muhterem: “Evimin yandığını söylediniz, kalbime baktım, en ufak bir üzüntü yoktu. Sonra yanmadığını söylediniz, kalbime baktım, en ufak bir sevinç yoktu. Ben de bu hâle kalbimle şükrettim.”
Bu hadise, Ahmed Amiş Efendi’nin “Bir matlûbun husûlü veya adem-i husûlü, nezdinde müsavi değilse nâkıssın evlâdım” sözünü hatıra getiriyor. Günümüzün Türkçesine aktarırsak şöyledir: Arzu ettiğin şeyin gerçekleşip gerçekleşmemesi sence eşit değilse, henüz eksiksin, olgunlaşmış değilsin. Peki bu makama nasıl erişiliyor? Erenler yazmışlar, söylemişler. Ama hep şunun üzerinde durmuşlar: beklemeyi bilmeli. Çünkü O’nun kime neyi ne zaman vereceği bir muallak. Vermeyebilir üstelik, ona da eyvallah demesini bilmeli. Vermedi, vermedi, ne yapmalı? Beklemeye devam etmeli. Çünkü beklemek bizi hiç zannetmediğimiz bir yere eriştirebilir. Şule Gürbüz, “Kıyamet Emeklisi” romanında “Acaba sadece bulan değil de bulamayanın da yola çıkışından bir şey çıkmaz mı? Yokluğu seyrede seyrede bir varlığı seziş olamaz mı?” diye sormuştu. Daha evvelki “Öyle miymiş?” romanında ise şunu aşk etmişti gönlümüze: “Beklemek ile Sahip olmak’ın aynı olduğunu bilen nerde? Belki bu yüzden bekleyemeyenle doluymuş her yer ya da beklerken kayıpta olduğunu düşünenlerle.”
Her şey, kavramın içini (anlamı) hâl etmekle mümkün. Yoksa beklemek üzerine ne söz biter ne kitap, ne film biter ve hatta ne şarkı. Beklemek bir uzun yoldur ve çoğu zaman yolun sonu, başından bellidir. İnsan bazen bile isteye bekler, ziyan olacağını bile bile. Ziyan olur, gönlünü mamur ede ede. İçi hazinelerle dolar, gözü yaş ile. Demek ki neyin beklenildiğini bilmek, neden beklenildiğini bilmekten çok daha mühim bir mesele. Beklediğini bilmeli ve bekleme eylemini put edinmemeli. Put er geç yıkılır ama bilme, hissetme, yaşama; insanın mutmain eyler. Hayatta her hadiseye, her insana, her eşyaya fazla anlam yüklememek gerekiyor. Çünkü anlam o hadisede, insanda ve eşyada olmayabiliyor. Hepsi bir sebepti, sebebin arkasındakini görmeli.
Velhasıl kelam; beklemek fevkalade güzeldir ama her şeyi beklemek güzel değildir. Zira her şey beklenmez. Beklenilen şey, eğer bizi -en az- bir iki adım öteye taşıyabilecek niteliğe sahipse beklemeye değer. Yoksa beklemek, çoğu zaman hüsrandır. Ve insan, hüsrana komşudur.
Yorum Yaz