İki Şato Arasında Rilke’nin Ağıtları

Köşe Yazıları

1875’te Prag’da doğduğunda, kederli annesi henüz 7 günlük bir bebekken ölen kızının yasını tutuyordu. Hayat bazen böyle başlar. Başka bir acının omuzlarında ya da çoktan gözden çıkarılmış bir rehinenin bakışlarında. Rilke böylesi bir travmanın ortasında dünyaya gözlerini açtığında; doğumu bir müjde değil, belki bir merhem olarak karşılanacaktı. Rene derler önce adına, yeniden doğan yani. Annesinin, ölen kızının yerine koyduğu bir tesellidir yalnızca. Kızkardeşinin yerine doğmuştur sanki Rilke. Neredeyse başka bir bedenin içinde kendisi olamadan büyüdüğü yıllar. Kızkardeşi gibi yetiştirildikten sonra annesinin baskısıyla, demiryolu işçisi olan kocasının elde edemediği o toplumsal saygınlığı kazanması göreviyle askerî okula gönderilecektir, babası rolüyle sırtlanır bu kez hayatı. Kırıldığı yerden yeniden kırılarak, ruhunu zordan zora koşarak geçirdiği travmalar, hastalanmasına yol açar. Soylu annesinin bencil hırslarının en yanlış kurbanıydı Rilke. Rene değildi, hiç olmadı. 22 yaşında Münih’te tanıştığı Lou Andreas-Salome’nin önerisiyle Rainer olmayı seçti zaten. Adını ve hayatını değiştirerek yani Rene’yi öldürerek yoluna devam etmekten başka şansı yoktu. İyileşmek imkansızdı ama yaşamayı deneyebilirdi yine de.

Rilke annesini geride bırakarak düştüğü yolların sonunda, Prag’da yapamamış, Avrupa’da huzur bulamamış, Rusya’da Tolstoy’la yürüyüşlere çıkmış, Rodin’i keşfetmiş, Kuzey Afrika’yı boydan boya adımlamış, kısa süreli bir evlilik yapmış, ruhu gereğinden fazla yara almış, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı tamamlamış ve sırtını döndüğü dünyada tam 37 yaşına ulaşmıştı. Demini almış bir şairin adımlarıyla demir kapılı dev bir şatonun önündedir işte. Duino Şatosu. 1912 yılında Prenses Marie’nin davetiyle Trieste Körfezi’nin orta kısmındaki Duino kasabasında bulunan bu görkemli şatoya geldiğinde, aklındaki şiirin, peşine takılan geçmişiyle hesaplaşmak için kâğıda dökülmesini umuyordu. Şiir yazmadan yaşayabileceğine dair, somut-anlamlı ve ikna edici bir cevabı yoktu cebinde, bu sorunun içinde yaşıyordu zaten. Hayatının hiçbir döneminde evet, mümkündür, diye yanıtlayabileceği bir soru olmadı bu.

Duino’da içinde büyük bir kütüphane bulunan odası, uçurumların üstünden Adriyatik denizine bakan dehşetli bir manzaraya sahipti. Uzun bir ağıt, ruhları dinamitleyecek kadar sarsıcı bir dizeyle yaklaşıyordu belli ki. Rilke doğum sancısıyla uyandığı fırtınalı bir öğle vaktinde, biraz olsun zihnini serinletebilmek için dışarı çıktığında, uçurumları tehdit eden rüzgarların ve köpük köpük büyüyen ürpertici dalga seslerinin arasında kalmıştı. Ruhunun huzurla dolduğu bu yürüyüş sırasında, sert bir fırtınanın ortasında Duino Ağıtları’nın ilk dizesi uçurumların üzerinden seslenir gibi düşmüştü aklına işte; ‘’Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?’’

1912 yılında Duino şatosunda kaldığı 8 ay boyunca birinci ve ikinci bölümlerini yazdığı Duino Ağıtları’nı, nihayet 10 yıl sonra 1922 yılında İsviçre’deki Muzot şatosunda tamamladığında, Prenses Marie’ye şunları yazar; “Birkaç gündür, (hani o Duino’dakine benzer) adsız bir fırtına, bir kasırga vardı içimde, varlığımın bütün örgüsü lif lif olmuş, çözülmüştü, yemeyi içmeyi düşündüğüm yoktu, Tanrı bilir kim besledi beni. Ama artık var o! VAR. Âmin. Demek ayakta durabildim buraya dek, baştan sona. Baştan sona. Ve buydu gereken, yalnız bu.’’

Yorum Yaz