Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Filistin direniş edebiyatının önemli şairlerinden Semiḥ el-Ḳâsım son mülakatlarının birinde, insanlık barikatından seslenerek şunları söylemişti; “Her zaman şunu dedim: ırkçılık, Siyonizm ve emperyalizm bizi sadece tek bir koşulda yenebilir, bize insanlığımızı terk ettirdiğinde. Kimsenin insanlığımı benden almasına izin vermeyeceğim, o benim siperim. Orada savaşıyorum ve kimse beni bu barikattan söküp alamaz.” Şairin sözü bu barikattan yükseldikçe büyüyecek. Filistin her daim, insan olmanın haysiyetini temsil edenlerin ülkesiydi, yine öyle kalacak. Yapayalnız belki, tecrit edilmiş ve imha edilmesi için bütün şartlar hazır. Ama zorbaları çıldırtacak bir şey var onda. Vazgeçmiyor. Kuru bir inatla değil, varoluşunu dayandırdığı ev’ini terk etmeme iradesiyle yapıyor bunu. Evet, İsrail bir devlet olarak değil, patolojik bir vakıa olarak duruyor karşısında. Dinsel mitlerle kurduğu hastalıklı dünyasının o meşum kehanetleriyle saldırıyor Filistin’in köklerine. Hiç durmadan bomba yağdırıyor; yerinden sökmek için, anlamını yok etmek için, dallarını kırmak için...
İsrail’in elinde her şey var. Ama Filistin’i yerinden edecek şeyin bombalar olmadığını defalarca görüp tecrübe ettik, Filistin boyun eğmeye razı olduğu gün yok olacağını biliyor. Bu bir savaş değil, varoluş mücadelesi çünkü. Gassan Kanafani’nin “İsrail ile aramızda yaşanan bir çatışma değil, adalet için savaşanların bir kurtuluş hareketidir” dediği yer burası. O yüzden kılıçlar ile boyunların barışını her defasında reddetmeye mecbur Filistin, nihayetinde boynuna uzanan kılıcın barışına inanmayacak kadar uzun yaşadı bu topraklarda. Evine girmeye çalışan hırsız komşusunu çok iyi tanıyor. Çocuklarını öldüren canavarı çok iyi tanıyor. Neden sürgün bir halk olmayacağını çok iyi biliyor. Kovulmak istendiği toprakları çok iyi tanıyor.
Hüzünlü portakallar ülkesi
Filistin, hüzünlü portakallar ülkesi. Zeytin ve limon ağaçlarının gölgesinde soluk alan bereketli bir ömrün yoldaşlığı. İsrail hiç durmandan kan sıçratıyor bu güzelliğin üzerine. Rani Massalha'nın yönettiği 2013 yapımı Zürafa (Girafada) filminde, Batı Şeria’dan Tel Aviv’e doğru savaş yıkıntıları arasında ağır adımlarla ilerleyen dişi zürafa Rita’nın yürüyüşünü hatırlıyorum, bütün zarafeti ve tuhaflığıyla ezberlenen ritmin rutinini bozan bir eylemle özdeş bu yürüyüş, mekânın içinde var olan gerçek bir uyumsuzluğun resmiydi. Filistin varlığıyla böyle bir yürüyüşü temsil ediyor. Dayanması güç, direnmesi zor. Tuhaf ve zarif. Evet bu böyle, anlamın kendisi, bütün canlıları yıkıma uğratmayı başaran İsrail’in dehşeti karşısında felç olmuştur çünkü. Ama Filistin var olacaktır.
Filistin baş döndürücü bir hızla dünyanın her baktığında utanacağı dev bir kanlı aynaya dönüşüyor. Hayatı sınırlayan bir canavarın tırnaklarını geçirdiği kalbi, tarihin içinde parlayan bitimsiz direniş destanlarına nam salsa da, hal böyle. Gazze semalarında uçurtma bayramlarına tanıklık etmenin imkânsızlığına üzülmek de bunun içinde, merhametin yorulduğu bir çağda gökten masumların üzerine fosfor yağarken mesela, gelip çocukların kanında Musa bilincinin çiçeği açar, diyen Karakoç’un sözünde durmak da. The Battle of Algiers’ı izlerken ya da Celtic tribünlerini selamlarken, ağlama burası ribât yurdu diyen o Filistinliyi anlamaya çalışacağız. Ait olduğu barikatta hepimiz adına insanlık nöbetini tutuyor Filistin. Sonsuz bir haysiyet nöbeti bu. Filistin’in hiçbir şeye ihtiyacı yok. Ev’inin anlamını bilecek kadar uzun yaşadı çünkü. Ama bizim bu barikatı anlamaya ihtiyacımız var. Semiḥ el-Kâsım’ın sözüdür o halde; “Bugün yeniliyorsak, delik-deşikse gövdelerimiz / Yarın bir baharın içinden dipdiri geçeceksiniz / Yükselecek gövdemizden bir duvar / Haykırarak kalacağız burada, çırılçıplak ve açlıkla boğuşsak da...”
Yorum Yaz