Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Cengiz Aytmatov, “Beyaz Gemi”nin son satırlarında zihnimize şu çiviyi çakar: “İnsanın çocuksu, tertemiz vicdanı tohumun içindeki öz gibidir. Bu öz olmadan hiçbir tohum gelişemez ve bizleri ileride ne beklerse beklesin, insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şey de orada var olacaktır.”
Tohum çatladı ve içindeki özü yitirdi insan.
Vicdanımızı rahat tutabilmek için döndüğümüzü zannettiğimiz ‘öz’ün basit birer bahane/ler sarmalı olduğunu kabul edemiyoruz. Sebebi, hakikatle yüzleşme korkusu.
Bunca kalabalığın içinde yapayalnız kalmak…
Ete kemiğe bürünmüş insana kökünü unutturacak kadar şaşırmak…
Artık hiç düş görememek, hayal edememek…
Bugünün acılı, sancılı ve berbat gerçekliği içinde debelenirken dünleri unutmak, yarınlara dair hiçbir umuda kapı aralayamamak…
Tertemiz vicdan demişti değil mi, Aytmatov?
İnsan, olmak için -hâlâ- neyi bekler? Beklediği gelip geçmiştir de beklediğini tanımadığı için mi bir sarkaç gibi sallanmaktadır zamanın çatısından?
Bu bir hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmanın yolu ise fıtrî olana dönmek yani öz’e dönmektir.
Yaklaşık bir asırdır Filistin’de, bir yıldır da Gazze’de sür(dürül)en dünya savaşı provası da göstermiştir ki insan barbarlık çağını yarım adım dahi geçememiştir.
Jean Paul Sartre’ın sözüdür: “Yazarın ödevi, küreğe kürek demektir. Kelimeler hastaysa, bu hastalığı iyileştirmek görevi bize düşer… Ben anlatılmayan gerçeklerden sakınırım. Çünkü bu çeşit şeyler zorbalığın kaynağıdır.”
İnsanın içine düştüğü veya itildiği bu hastalıklı kuyunun kurutulmasının tek yolu vicdan motorunu çalıştıracak merhamet yakıtının üzerine yığılmış olan bahaneler yükünü yok etmektir. Bunu yapmak için de bilmek gerekir. Bilmek içinse köklere dönmek, sahih kaynaklara yüz sürmek ve kelimeleri yeniden pırıl pırıl yapmaktır.
Sapir-Whorf hipotezinin üzerinden üç çeyrek asır (1956) geçti. Biz hâlâ günlük konuşma dilinin siyasette, edebiyatta, felsefede önemini idrakten mahrumuz. Her türlü gelişme neden ilk önce dili yoksullaştırdı? Ya da şöyle soralım; sürekli geliştikçe neden sadece dilimizden vazgeçtik?
Sadece “stres” kelimesinin olgu, durum ve hale göre dilimizde kaç karşılığı vardır?
Gam, gussa, kasvet, keder, melâl, inkisar, ızdırap, hüzün, kahır, yeis, efkâr, tasa, dert, mihnem, elem, üzüntü, sıkıntı, kaygı, enduh, küduret, dilhûn…
Milli Eğitim Bakanlığı bundan kırk yıl önce (1985) bir insanın günlük hayatta ortalama bin kelime ile konuştuğunu açıklamıştı. Bugün bu sayı yüz kelimenin bile altında…
Lâl toplum inşa süreci son hızla devam ediyor.
Münazaranın yerini münakaşanın, mücadelenin yerini acımasız bir rantçı rekabetin aldığı günümüzde, Wittgenstein’in “Dilimizin sınırları, dünyamızın sınırlarıdır” tespiti bir anlam ifade edebilir mi?
Oktay Sinanoğlu’nun sözü idi: “İnsanın potansiyelini ortaya çıkarabilmesi için iç âlemini de geliştirmesi lazım. Akılla beraber gönlünü de geliştirmesi lazım. İnsanın aklı gönlünün emrinde olmalı...”
Bunun için de en büyük hazine dildir. Dilin anlatıcı gücüdür.
En başa; Cengiz Aytmatov’a dönersek…
“İnsanın çocuksu, tertemiz vicdanı tohumun içindeki öz gibidir. Bu öz olmadan hiçbir tohum gelişemez ve bizleri ileride ne beklerse beklesin, insanlar yaşadıkça hak, doğruluk denen şey de orada var olacaktır.”
Vicdanı, vicdanın özü olan merhameti, hakkı, hakikati, doğruluğu ancak dili koruyarak muhafaza edebiliriz.
Çünkü “Dil giderse millet gider!”
Yorum Yaz