Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Yepyeni yazar ve kitapların izini sürmeye devam ediyorum. Bu kez hoşuma giden ve yenice yayımlanmış bir hikaye kitabı ise “Belki Unuturuz”. Kitap, yazar Zakire Armağan Okudan’ın yepyeni ilk eseri. Yazar Ali Ural, öğrencilerini yetiştirmeye ve edebiyatımıza yepyeni kıymetli kalemler kazandırmaya hızla devam ediyor. Zakire hanımın öykülerini okurken şöyle düşündüm ve şu cümleyi kurdum içimden aslına bakarsanız: Belki unutmayız bu öyküleri.
İnsan hallerini yansıtan hikâyeler
Eser, “Bağışlanma” öyküsü ile açılır. “Oysa çehreler değişmeli, pişmanlık üzerlerinden akan bir yağmur şeklinde inmeliydi.” Cehennemden gelen bir adam tasviriyle açılan öyküdeki bu cümle manidardır. Çoğu zaman hayatta Müslüman ve mümin/mümine olma gayretinde insanlar olarak günahlardan uzak durmaya gayret ederiz. Böyle insanlar bence bir günahı gönüllü işleyemezler. Bilip bilmediği farkında olup olmadığı günahlar ve sevaplar arasında insan Yaratıcı’ya karşı hem mahcuptur hem de vicdan denen olgu bu insanın yakasını bırakmaz. Bu cümle ise ahir zaman insanının halini çok güzel bir biçimde yansıtır. Bu çağın insanı bazen bu cümleyi bir soru gibi de taşıyor göğsünde: Oysa çehreler değişmeli değil miydi? Adeta hesap gününün tasvir edildiği öykünün sonu vurucu bir şekilde biter ve şöyle söyler ana karakter: “Affedilmişim.”
Bizim hikâyemiz
Tıpkı insanın sevilince can bulması ya da güzel hissetmesi gibi bir ruh hali içindedir Okudan’ın karakterleri: “İnsan geleni gideni olunca akıl ediyor aynaya bakmayı.” deyiverir karakter “Ödenmemiş” adlı öyküde. Kuşkusuz Zakire Armağan Okudan’ın hikayelerinde başından beri insanın en olağan hallerine tanık oluyoruz.
“Bu Kuşlar Başka” öyküsünde hatıralar, fotoğraflardır konuşan ve bize gerçek insanların sahici hikâyelerini anlatan. “Dergahın İti”, bir tarikat yaşantısı öyküsü olarak tanımlanabilir. Bizim öykümüzdür anlatılan. Hikâyemizde tasavvufî ögeler görmek beni sevindirdi açıkçası. Son dönem hikâyeciliğimizde bu yaşantıya dair örnekleri fazla görmüyoruz. Çağdaş hikayeciliğimiz düşünüldüğünde en son Hüseyin Su’nun son eserlerinden birinde –yanılmıyorsam Kırklar Cemi’nde- benzeri bir temaya ve derde rastlamıştım.
Vicdan bir saat gibi işler hikâyelerde
“İcra Kararı” öyküsünde: “Bu nasıl gökyüzü. Her yeri aydınlatmıyor. Karanlıkta bekliyor bazı insanlar.” der anlatıcı, şairin “Gökyüzü gibi bir şey çocukluk. Hiçbir yere gitmiyor.” diye tarif edişinin yanı sıra. İnsanın hüzünlü ve karamsar halini ne güzel resmeder yazar. Bu yüzden onun hikâyeciliğinde “insan halleri”ne vurgu yaptım aslında. Sıradan gibi gözüken o haller, Zakire Armağan Okudan hikâyelerinde kıymetli bir hale bürünür. Aynı zamanda sahici ve hakiki olanın peşindedir yazar. Karakter kunduracıya karşı borç içinde hisseder kendini. Vicdan bir saat gibi işler onun öyküsünde: “Sahici bakıyor kunduracı. Ona hepimizin borcu var.” ifadesi de bu tespit için önemli bir örnektir. Aynı sahne okurların gözünde canlanır mı bilmem ancak burada kundarıcının bakışları ve finalde oluşan atmosfer bana “Bak beyim sana iki çift lafım var.” diyen Münir Usta’yı da anımsattı.
Yüzlerdeki çizgiler ve yazgısını izleyen insanlar
Bazen kuşlar, güvercinler, bazense bir yüzdeki çizgiler bir hikâyedir onun öyküsünde. Güvercinlerin kokusu, vatan’ı yüzlerdeki çizgiler yazgısını izleyen bir insanı karşımıza çıkarır adeta. Güvercin, savaş ve barışın imleyicisidir “Güvercin” öyküsünde. Karakter yatağından şöyle uyanır çarpıcı biçimde: “Daha fazla ateş edilmesini istemiyorum.”
Naci el- Ali’nin bir karikatürden çok fazlası olan ve yüzünü bize döneceği günü merakla beklediğimiz Hanzala’sını hatırlatır bu öykü. Naci el- Ali’nin Hanzalası: Bizim Hanzalamız... Karakterin ev anahtarı sol göğüs cebinde durmaktadır. İlk günkü gibi. Barışı bekleyerek.
“Tanrı Misafiri” öyküsünde 90’lı yıllar Türkiye’sidir sanki mekan: “Sokak sessiz. Evlerin pencereleri açık. Kimilerinden dizi film sesleri, kimilerinden kahkahalar, kimilerinden çatal bıçak sesleri geliyordu.” Akşamdır ve evlerin yüzlerinden aile okunur. İşte bu yüzden 90’lı yılların panoromik bir Türkiyesi gibidir bu öyküde mekân.
Sahiden unutur muyuz?
Eserin kitaba adını da veren son öyküsünde yine peşine düşülen anılar ve fotoğraflar ön plandadır. Kitaba adını veren bu öykü eserdeki en başarılı öykülerden biri.
Bu öyküyü okurken şöyle düşündüm: Sahiden unutur muyuz? Unutmamız gerekir mi ya da? Her sabah gözlere hazırladığımız bir yara gibidir hatırlamak evet. Ama unutmak istediğimiz şeyi belki de gönüllü bir biçimde kalbimizde ve zihnimizde misafir etmek gerekiyordur?
Bir başka şaire göre insan aslında unutmak için attığı her adımı hatırlamak için atar. Hatırlamayı kalbine kazımak için. İnsan aslında unutmazken, bir vefayı teslim eder. Çünkü karşılaştığı her şeye ve her insana bir şey borçludur. Onların kaderinden pay alır bir tasavvuf büyüğüne göre.
Zakire Armağan Okudan öyküleri, hatırlamanın altını koyu bir biçimde çizmemize sebep oluyor. İyi ki unutmuyoruz bu öyküleri. Okurun ve yazarın en büyük görevi de bu hikâyeleri unutmamaktır belki?
Sonuç olarak, Zakire hanımın öykülerinde insanın hallerine konuk olurken gerçekten de birçok imge birbirine karışıyor. Günahlar ve sevaplar, yazarın merceğinde. Bu mercekte arka planda, vicdanının sesini dinleyen karakterler var.
İnsanın bir başınalığı da bu öykülerden hiç eksik olmuyor. Yazar bunu yaparken sımsıkı sarılıyor hatırlamak kelimesine. Unutmak isterken en çok da hatırlıyor. Hatırlamanın da sözünü veriyor biz okurlara. Belki de aslında bizler ona veriyoruz bu sözü. Bir korodaymış gibi sesleniyoruz yazara şimdi: Belki unutmayız bu öyküleri?
Yorum Yaz