Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
Hayat ölümle güzel. Bu ırmak yüzyıllardır böyle akıyor. Güzelliğin ilk ve yeter şartı, evet. İnsanı anlayıp, tarihi yorumlayanlar ''dile'' getirmeden önce de dünyanın hakikati ölüm’e hizalıydı. Ölüm, tarihin hiçbir döneminde, üzerinde konuşuldukça önem kazanan/dikkat çeken kavramlar arasında olmadı. Önemimi filozoflar ve şairler bahşetmedi ona. Hep yanı başımızdaydı çünkü, daima hayatın ortasında. Varlığını dayatmasına gerek kalmayacak kadar gerçek’ti. Buz gibi, kaçınılmaz gerçek. Üsküdar meydanında; hep başkası ölüyor, hep başkası ölüyor, neden kimse ölmüyor, neden kimse ölmüyor… tekerlemesiyle dolaşan o delinin sözlerindeki ürpertici derinliği tekrar hatırlıyorum şimdi. Neden kimse ölmüyor?
Evet, ölümü anlıyorum, farkındayım ama ona nüfuz edemiyorum. Ölümle ilgili aforizmalar var aklımda, bazı özlü sözler, çoğunlukla yakarışlar ve büyük filozoflar. Hepsini heybeme katarak kendi mezarımı düşlüyorum, bu dünyayla vedalaştığımı, her şeyi geride bıraktığımı, artık yaşamadığımı düşünüyorum. Ama istesem de bir türlü toprağın altına giremiyorum. Bu her seferinde böyle. Hayat ölüme doğru uzun yürüyüşün adı, kocaman bir mutlaklık, dünya kısa an’ın hülasası, hatta o tatlı rüya. Acun, ilk yaratıldığından beri bildiğimiz anlamıyla zaten ''yalan''. İşittik ve itaat ettik. Gelimli-gidimli dünya. Suskunlar semtinden başka hakikat olmadığına da adım gibi eminim. Ölüm, yani o sade yücelik. Bütün bunlarla birlikte, insanın kalbiyle idrakinin (belki de kabullenmesinin) zor olduğu sonsuz bir anlamdan bahsediyoruz aslında. O yüzden hep başkaları ölüyor. O yüzden cenaze dönüşlerinde iş konuşuyoruz. En yakındaki uzağa taktığımız isim; ölüm.
Evet, ölümü anlıyorum, farkındayım ama ona nüfuz edemiyorum. Bütün hırslarımızla saldırdığımız dünyaya baktıkça, insan adlı bu bozguncu türü’nün yegâne hakkının ölüm olduğunu anlamak zor değil belki. Hatta onu ölüm duygusunun bile uslandırmadığını, gözünü hiçbir şeyin doyurmadığını, toprağa uzanmadıkça asla ferah bulamayacağını anlamak da buna dâhil. Ölüm bozguncuyu bozguna uğrattığı, filmin sonunu hatırlattığı ve bizi en çok yakıştığımız o acizlik makamına oturttuğu için güzel. Buz gibi bir güzel. İnsan çoğu zaman hırslarını, dünyayla mücadele gücünün anahtarı sayar. Ama hırslarımız bizi kapıda bırakacaktır. Eğer muradımız buysa, kapıdan içeri girmenin yegâne yolunu hepimiz biliyoruz aslında.
Nihayetinde ölümü unutmaktan bahsetmiyorum, ölümü unutmak insan’ın şanındandır, yoksa yeryüzünde bir gün bile yaşanabilir miydi? Ölümü unutabiliriz, ama neden hep başkaları ölüyor, sorusunu değil mesela. Kıymeti bilinmemiş Garip Bir Koleksiyoncu (1991) filmindeki mezarlık bekçisi Beşir’in anlattıklarıyla Üsküdar delisinin tekerlemesi aynı yerden konuşurken, kâinat yaratıldığından beri, aslında başka bir ''gündem''in olmadığını fark ediyorum. Edebiyatın -elbette hikâyenin- varlık gerekçesi de buna dâhil. Oyalanırken o mutlaklığı anlamlandırıyoruz. Ve bunu öyle iyi yapıyoruz ki, mutlaklığın kendisi kadar ona ulaşan yol da güzelleşiyor. İyi bir şey galiba bu. Beşir’in anladığı, yaşayanların unutmaya çalıştığı anlam’la ilgiliydi, Üsküdar delisinin vaazı ise yakındaki uzakla ruhumuz arasında oluşan mesafeye doğru yankılanıyordu. İkisini de anlar mıyız?
Bu yazının içindeyim ve Üsküdar’da Bülent Parlak’ın mezarına dikilmiş o taşın başındayım. 19 Nisan. 3 koca yıl, rahmetler ruhuna değsin. Hayat geçerken bir taş var ardımızda yalnızca, hakkımızda yazılmış -bütün parlak sözlerden arındırılmış- en kısa biyografiyi içeren. Evet, hep başkası ölüyor ama farkındayız yine de; ölüm, bütün gürültülerden uzaktaki o sükûnetli güzel. "Ölüyoruz, demek ki yaşanılacak."
Yorum Yaz