Litros Sanat
Türkiye'nin Dijital Kültür Sanat Gazetesi
“Senin Âdem’in olmalıydım, fakat ben aslında hiçbir kabahati olmadığı hâlde senin mutluluktan men ettiğin düşmüş meleğim. Mutluluk gördüğüm her yerden bir tek ben değişmez bir şekilde dışlanmışım. İyi kalpli ve usluydum; mutsuzluk beni bir şeytan yaptı. Beni mutlu kıl, yeniden erdemli olayım.”
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı… İlk ölümsüz eseri.
Shelley, tıpkı Victor gibi kendi Ademini tasarladı.
İçine ölümün soğuk nefesini, ölümsüzlüğün hırsını, kibri, ötekileştirmeyi, çirkinlik ve güzellik arasındaki acıyı yerleştirdi.
İnsanı, en ilkel hâliyle gözlerimizin önüne serdi.
Peki neden ölümü öldürmek istedi?
Mary Shelley’nin hayatına bakınca sorunun yanıtı görünür. Annesi Mary Wollstonecraft, doğum sırasında öldü. Babası William Godwin radikal bir düşünürdü. Mary, annesinin ölümünü omuzladı.
Ölümle tanıştı erken yaşta. Ve o acı, Frankenstein’ın kalbinde filizlenen ilk tohum oldu.
1816, 18 yaşında Mary…
Percy Bysshe Shelley’le İsviçre’de, Lord Byron’un yanında, kasvetli bir yaz…
Volkanlar gökyüzünü karartmış, dışarı çıkamazlar.
Byron der ki: “Hayalet hikâyeleri yazalım.”
Mary ilk hayaletini o yazda ortaya koydu.
1 Ocak 1818’de roman Londra’da yayımlandı. Edebiyat, bilimkurguya göz kırpmış oldu.
Shelley, gotik ve romantizmden beslenen ilk bilimkurgu örneğini bıraktı geriye.
Frankenstein: Bir doğum metaforu
Roman, doğumun, kaybın ve yaratmanın acısıyla örülüdür.
Shelley, hem annesinin doğumda ölümü hem de kendi yaşadığı düşüklerin acısıyla yüzleşir.
Yaratmak, doğurmaktır onun için. Frankenstein’ın yaratığı, Shelley’nin bilinçaltında kendi yaratıcılığına ve doğurganlığına dair yansımasıdır.
“Sen Tanrı değilsin, ama olmaya özeniyorsun. Tanrı insanı güzel yarattı; sen ise kendi hırsının suretinden beni yarattın.”
Victor Tanrı rolüne özenir. Yaratık, insanın kendi aczinin aynasıdır.
Roman bir tanrıcılık eleştirisidir: “Ben senin Âdem’in olmalıydım. Ama sen kendi aczinin, gafletinin ve hırsının suretinden yarattın beni… İşte ben, senin çirkinliğinin ve kötülüğünün yansımasıyım.”
Yaratık burada zincire vurulmuş bir köleyi temsil eder. Başkaldırır.
Babaya, otoriteye, Tanrı’ya… Herkese isyan eder.
Çünkü “İnsanın Tanrı’ya soruları vardır. Hatta Tanrı’nın bile soruları vardır”
Shelley gotik evrenini kurarken Milton’un Kayıp Cennet’inde, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları’nda, Plutarkhos’un Paralel Hayatlar’ında gezinir. “Ben senin Âdem’in olmalıydım” cümlesi doğrudan Milton’a bağlanır.

Düşen meleğin feryadı
Shelley’nin yaratığı “Ben senin Âdem’in olmalıydım… fakat dışlandım, mutsuzluk beni şeytan yaptı” derken, bu isyan yalnızca gotik edebiyatta değil, İslam düşüncesinde de karşılık bulur.
Kur’an’da İblis, Âdem’in karşısında kendini dışlanmış hisseder ve şöyle der: “Beni azdırdığın için…”
Düştüğünü değil, düşürüldüğünü söyler. Shelley’nin yaratığının sesi de aynı gölgeli yerden gelir: “Suçsuzdum… beni mutsuzluk kararttı.”
Tasavvufta ise insan doğası masumdur; kötülüğü doğuran mahrumiyettir.
İbnü’l-Arabi der ki: “Nefis, mahrum kaldığında zalimleşir.” Mevlânâ ekler: “İlgi gösterilseydi diken bile gül olurdu.”
Yaratığın yalvarışı tam da buraya dokunur: “Beni mutlu kıl; yeniden erdemli olayım.”
Sevgiden mahrum bırakılmış bir varlığın, karanlığa itilmiş bir ruhun feryadı…
Kaybolmuş bir Adem'in, kendisini yaratan otoriteye yönelttiği soru: Kötü olan ben miyim, yoksa beni böyle bırakan sen misin?
İşte Frankenstein bu yüzden sadece modern bir mit değil; Milton’un Âdem’ine, Kur’an’daki isyana, tasavvuftaki nefis fikrine kadar uzanan kadim bir insanlık tartışmasının yüzüdür.
Shelley’nin yazgısına, doğum metaforuna döndüğümüzde şunu görürüz:
Göbek bağından kopup gözünü dünyaya açtığı andan itibaren insanı suça, cinayete, istismara ve “insansızlığa” iten şey; çoğu zaman kendi tabiatı değil, içinde bulunduğu dünyanın şefkatsizliğidir.
Uyarlamalar: Ölümü yenmek mi? Yaşamı yaratmak mı?
Frankenstein sadece edebiyat dünyasında değil, bilimkurgu türü olarak sinemada da öne çıkıyor. Sinema tarihinin bilinen ilk Frankenstein uyarlaması 1910 yapımı Yönetmen J. Searle Dawley’e ait sessiz bir film.
Frankenstein burada mükemmel insanı yaratmak isteyen genç ve hırslı bir üniversite öğrencisi olarak çıkar karşımıza.
Frankenstein’ın devam filmi 1931 yapımı Frankenstein’ın Gelini ise Mary Shelley'nin hikâyeyi anlatması ile başlıyor. Yönetmen burada bir nevi yazara jest yapıyor. Dr. Frankenstein fütüristik sayılabilecek yarı robot bir gelin tasarlıyor.
Gelelim Mary Shelley'nin 1818 tarihli romanı Frankenstein'ın en sadık film uyarlaması olarak bilinen, filmin hem yönetmenliğini hem de başrolünü Kenneth Branagh’ın üstlendiği 1994 yapımı Mary Shelley's Frankenstein’a. Filmde Victor, yaşama tasarlayan biri olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü o ölümü yenmenin en iyi yolunun yaşamı yaratmak olacağını düşünür. Sonunun tam bir yıkım olduğundan habersiz üstelik.
Bu insan yapımı ürkütücü yaratık parçalardan oluşmuş bedenine şöyle bir bakar ve sorar, “Benim bir ruhum var mı?”
Victor ve yaratık temasını şiirsel atmosferle anlatan bir diğer yapım Penny Dreadful (2014)
John Logan, Victor Frankenstein karakterini (Harry John Treadway) romantik ve şiir yazmayı seven, halk arasına pek çıkmayan, evinin bodrum katında çeşitli deneyler yapan “gerçeği arayan” bilim insanı olarak işliyor.
Çünkü Victor’a göre “Bilimsel keşiflerin tek bir önemli gayesi olabilir. Yaşamla ölüm arasındaki dokuyu delmek.” Victor “Şairler ölümden tamamıyla huzurlu bir şey olarak bahsediyor. Gerçekten öyle mi?” sorusunun peşine düşüyor. Bu romantik, bağımlı, saplantılı Victor darbeyi yaratıktan değil, gelinden alır; çünkü tasarladığı gelin onu sevmez. Ödediği bedel bu kez aşk acısıdır.

Guillermo del Toro’nun Frankenstein’ı: Yaratığın Tahta Çıkışı
Guillermo Del Toro’nun Frankenstein’ı ise odağı yaratığa kaydırır. Elizabeth karakteri, merhamet ve koşulsuz sevgiyi temsil eder. Film, Elizabeth üzerinden şu soruyu sorar: “Acı zekânın kanıtı değilse nedir?” Çünkü ona göre canavar olan yaratık değil, tanrıyı oynayanlardır.
Film, Rönesans tablolarını andıran bir estetikle, ölüm, aşk, merhamet ve affetme temalarını neredeyse kutsal bir atmosfer içinde işler. Bütün bu kusursuz güzellik içinde izleyiciye yönelttiği temel çağrı şudur: “Kendi insanlığını yeniden düşün.”
Del Toro, sinemasının sihirbazlık kudretiyle, yaratığı “kusursuz güzellik” anlayışıyla yeniden kurar. Boris Karloff’un ikonlaşmış, hoyrat ve hüzünlü yaratık suretini duvardan usulca indirir; yerine genç, kaslı, karizmatik, plastik bir heykeli andıran yeni nesil bir beden koyar. Bu tercihle hem görsel hafızayı yeniler hem de çağın retinal estetiğine seslenir.
Film bize açık bir manifesto sunar:
“Bütün acıların nihai çözümü ölümdür.”
“Aşk, kaybetmek ve yeniden bulmak arasında kısalan bir ömürdür.”
“Kalp mutlaka kırılır; insan kırık kalbiyle yaşamayı öğrenir.”
Ve en sarsıcı olanı: “Belki artık ikimiz de insan olabiliriz.”
Yaratık defalarca yaralanır, defalarca iyileşir; sevebilir ve sevilir. Ölümsüzlüğün içinde kendi “insan” hâlini ararken, zaaflı ve ölümlü insanı tahtından indirir.
Peki yaratığı kahramanlaştıran yeni nesil uyarlama bize ne söylüyor?
İnsanlığın düşüşünün panzehirinin yeni “insanımsı” icatlarda olduğunu mu?
Frankenstein’ın modern yüzü: Yeni canavar kim?
Bugün Victor’un “Tanrı rolü” yalnızca edebiyatta veya sinemada değil, gerçek hayatta somutlaştı.
Yapay zekâ, biyoteknoloji, genetik mühendisliği ve ölümsüzlük projeleri hepsi Victor’un gölgesidir.
İnsan artık yaşamı kontrol etme, yaratma ve ölümü erteleme kudretine sahip olduğunu sanıyor.
Bilinç taklitleri, organ basan teknolojiler, genetik müdahaleler…
Peki, bu yaratımların bedeli ne olacak?
Ellerimizle üreteceğimiz yeni ölümsüz “tanrılar”a hazır mıyız?
Yoksa hâlâ kudreti kendimizde mi sanıyoruz?
Belki de Frankenstein’ın asıl sorusu şudur: “İnsan yaratabilir, ama sorumluluk almayı ne zaman öğrenecek?”
Shelley’nin romanı bize hâlâ şunu hatırlatıyor: Yaratıcı gücümüz ne kadar büyürse büyüsün, ahlaki ve etik sorumluluklardan kaçamayız.
Çünkü tarihin gösterdiği gibi, kudreti kendimizde sandığımız her anda acı ve yıkım kaçınılmaz olur.
Ve belki de artık insan, dünyayı kontrol etme takıntısını, yaratma kudretini bir kenara bırakıp kendine şu en kadim soruyu yeniden ve yeniden sormalıdır: “Sen kendini bilmezken, nasıl olur da yaratmayı bilirsin?”
Yorum Yaz