Zor yıllarda yaşamak ve molalar

SANAT AJANDASI

İstanbul’un kültür sanat hayatının yakından takip edildiği sanat ajandası; sahnede her anıyla devleşen Şener Şen’i izlediğimiz “Zengin Mutfağı” oyunu, Arter’de yer alan “Koyun Koyuna” sergisi ve klasikleşmiş “Yolunuz düşerse” önerileriyle sizlerle.

Gücü elinde bulunduranları durmadan eleştiren bizler, aynı güç bizim elimize de geçse eleştirdiğimiz kişilere dönüşür müyüz? Nereden çıktı bu soru diyeceksiniz. Ebeveynlerimiz, öğretmenlerimiz, ustalarımız veya bizi yönetenlere söylemek istediğimiz pek çok şey olabilir. Ancak aynı noktaya gelip sorumluluk aldığımız gün; bir sıfat, bir statü ya da biraz mülk neleri değiştirmeye kadirdir görürüz. “Zengin Mutfağı” eseri de bu cinsten birkaç dönüşüm öyküsü anlatıyor aslında… Gücün yaptırabilecekleri ve hayatta güç karşında durmaya değer olan şeyleri anlatıyor eğlenceli bir dille. DasDas’ın sahne yapısı antik amfi tiyatrolarına benzeyen güzel salonunda deneyimlediğim tiyatro akşamından ve yine kaybedecek bir şeyi olmayan birilerini anlatan “Koyun Koyuna” sergisiden bahsedeceğim bu yazıda.

Akıllı kızlar hangi safta yer alır?

Oyun: Zengin Mutfağı. Şener Şen. 27 Haziran Pazartesi akşamı. Bu bilgileri okuduğum afişi gördüğümde içimi bir heyecan kapladı. Hemen editörümle görüştük ve oyun için biletlerimizi aldık. Zengin Mutfağı defalarca kez sahnede yorumlanmış ayrıca beyaz perde uyarlaması da olan epik bir Vasıf Öngören eseri. Eserde 1970 yılında işçilerin sendikalar için ayaklandığı Haziran olaylarının bir ailenin mutfağına daha doğrusu evin, ekmeklerini kazanmak dışında bir derdi olmayan çalışanlarına nasıl yansıdığı anlatılıyor. “Kavganın ve siyasetin dışında kalma” çabasıyla safını şaşıranların ya da saf belirlemenin gerçekte insana ne kazandırıp ne kaybettirdiği ile ilgili bizde soru işaretleri bırakanların hikayesi Zengin Mutfağı. Hatırlayanlarınız varsa oyun beyazperdeye aktarıldığında dahi sırf daha sinemasal olması için farklı mekanlar ve karakterler eklenmemiş öyküye. Mizansen ve diyalogların oyunla aynı olduğu bir stüdyo filmi 1988’de yapılan Başar Sabuncu’nun aynı adlı filmi. Oyunun kendi yoğunluğu ve dinamizmi o kadar yüksek ki bu, film için de yeterli gelmiş yapımcılarına…

İlk perde Şener Şen’in canlandırdığı evin aşçısı Lütfü’nün bu evden neden ayrıldığını anlatmaya başlamasıyla açılıyor. Yalnızca bir evin mutfağında olan biteni göstermekle yetiniyor oyun bize. Ne ev sahiplerini görüyoruz ne de adından sıkça söz edilen hizmetli genç kızın ağabeyi işçi Murat’ı… Yine de evin beyi Kerim Bey ve işçi Murat karakterleri üzerinden sınıfsal çatışma seyirciye yansıtılabiliyor. Dışarıda sıkıyönetimin ilan edilişi, işçi isyanı sebebiyle patron Kerim Bey’in apar topar Avrupa’ya gitmesi derken evde bir kargaşa havası hakim olur. Ancak olanlardan pek de haberi ve umuru olmayan nişan arifesindeki karakterimiz genç hizmetli kız karakteri bu kargaşaya pek anlam veremez. Oyununun bizi davet ettiği alan en başta Yeşilçam filmlerinden tanıdık geliyor evet ancak bana daha da tanıdık ve yakın gelen şey karakterlerin kendi dinamizmiydi. Nişanlısı Selim karakterinin aksine çalışarak hayatta kalınabileceğini düşünen, canı ancak kendine yetecek zayıflıkta ama çalışkan, kendisini isteyen eczacı kalfasıyla sırf varlıklı olduğu için evlenmeyi kabul etmeyen, kararlı ve akıllı bir genç kız... Karşısında maddi sıkıntılarının çaresini kendi dışında arayan, bu sıkıntılar yüzünden evlenmeyi erteleyen ancak kendisinden beklenti içerisinde olan genç kıza sadece ümit vermekten de vazgeçmeyen bir genç adam… Yaşından ötürü etrafındakilerin saygı gösterdiği, geleneklerinden, rutinlerinden vazgeçmeyi hiç istemeyen, yine “saygı” ve vefa adına etrafına zulüm saçma potansiyeli olan, gücünün yettiği kişilerin hayatında tasarruf etmekten çekinmeyen bir patronun dizinin ve emrinin dibinde olmaktan vazgeçmeyen vefalı babacan bir yaşlı adam…

Hayatın kendisi bu kadar keskin mi?

İzlediğim oyun hakkında söyleyebileceğim en önemli şey bu oyunun ne kadar da gerekli olduğudur. Çünkü bu karakterler çok büyük idealleri ile kendi gündelik hayatlarının gereksiz gördükleri çarkı arasında kalmayı hatırlatıyor bize. Ve bu ikilemin insanı nereye sürükleyebileceğini… Görünen çatışmalar içinde bulduğum bir başka ikilem ise düşünmek ve eylemek konusundaki sağlanması gereken denge. Hayatta siyasi olması fark etmeksizin safını tuttuğumuz, düşündüğümüz, sahip çıkmaya çalıştığımız değer yargılarını eylemlerimize aksederken sağduyulu muyuz, yoksa sağduyulu olmayı mı oynuyoruz? Ayrıca oyunda sık sık vurgulanan “Ölçü bellidir, bir insan ya bizdendir ya değil” cümlesinin referansı gerçek hayattan mı? Hayatın kendisi bu kadar keskin mi? Yeri geldiğinde etrafına yargı dağıtan Selim karakterinin kendi dışındaki her şeye kapalı olması ve onlara zulüm etmesi aslında korkak olmamak iddiasından vurulması değil midir bir nevi?

Her şeye rağmen “dünyadan bîhaber” görünen ama dünyanın kendisini öğüten çarkları, zorlukları içinde yaşamazsa yaşamış sayılmayacak bu yüzden kararlılıkla ve çalışkanlıkla hareket eden ama yanlışı fark ettiğinde elde ettiklerini aynı kararlılıkla tepen genç kızlara, bir şekilde gerçekleri çok geç fark etmiş ama bunu kalabalığın gözlerine bakıp itiraf etmekten çekinmeyen hakkaniyetli insanlara ve tiyatro emekçilerine bolca selam olsun.

Kendiyle koyun koyuna

Küratörlüğünü Eda Berkmen yaptığı bir sergiyi gezme fırsatı buldum. Arter Sanat Müzesi içerisinde sergilenen “Koyun Koyuna” sergisinin teması uyku. Belki ilk etapta ilginizi çekmeyecek cinsten bir tema gibi görünebilir ancak bu temaya dair bir sergi fikri beni meraklandırdı. Hayatımızı aralayan bu gizemli aralığa çeşitli anlamlar yükleriz. Mitolojilerde ve dinlerde de çeşitli anlamlar yüklenmiştir uyku haline… Hayatın büyük parçasını kaplayan uyku bazen çok sevdiğimiz, uğruna bazen güzel kahvaltılardan, geceleri uzun dedikodulardan, randevulardan, feragat etmeyi, sabah derste azarlanmayı göze aldığımız bir şey. Bazense asla yetmeyen günlerimizin yetişmeyen işlerimizin kötü çocuğu…

“Önce annelerinin karnında uyudu bebekler, sonra doğum odalarında, çadırlarda, siperlerde, kervansaraylarda, otobüslerde uyudu gençler, yaşlılar ta ki son uykuya kadar.” Serginin kataloğunda yer alan bu alıntı hakikaten uyku temasının ne kadar fazla kişiye hitap edebilecek bir tema olduğu fikrini canlandırıyor. Serginin kendisi ise neden bu ifade biçimine ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor bize… Çeşitli yağlıboya ve başka tekniklerle yapılmış resimlerden, televizyon ekranlarından ve başka malzemelerle, kullandığımız saatlerle birçok parçanın yerleştirildiği eserlerden oluşan bu sergiyi gezmek kişiye iyi bir katarsis yaşatabilir.

Aklımız bir tek kendisine muhtaç olmayan uykuyu alt edemediği için ona karşı, ondan beri gibi görünüyor. Çünkü uykudayken kaygılarımız yok gibidir. Bu yüzden uyku kaygısızlık, tembellik, uyuşuklukla özdeşleşmiştir. Bu sergi durmadan uyuşturucu gibi sınır dışı edilen uykunun talihini döndürmeye çalışan bir girişim mi bilemiyorum ama uyku halini insanlığın ortak bilinçdışıyla kurulacak bağ olarak yorumlaması ufuk açıcı… Serginin girişine yerleştirilen pankartlarla bu sınır dışı edilmeye bir karşı duruş görüyoruz. Yalnızca sergi kapalıyken deneyimlenebilecek eserler içeride farklı malzemelerle yapılan yerleştirmelerle yoğun bir emekten geçmiş. Arter’in nezih mekanında sergiyi gezerken aynı zamanda duvardan bize fısıldayan “Gizli Zevkler” isimli ses kaydı yerleştirmelerini dinliyoruz. Mahremiyet, paylaşım, birey ve topluluk, direniş, teslimiyet gibi ikilemler ve konular etrafında toplanıyor sergideki eserler.

Her olay ya da yolculuk gibi en tatlı uyku da öyle ya da böyle son bulur. Uyanış ise ancak uyku varsa mümkündür. Hayat ikisinin arasındaki salınımda vuku bulur. Bu sayıdaki sanat ajandasının yeri ben de biraz ayrı çünkü izlediğim oyundan çıkardığım ve paylaşma ihtiyacı duyduğum “bana yaşamak düşer çarkların gövdesinde” dizesiyle hayatın yoğun mücadelesini, baskısını hissettiğimiz anlarda “mola biraz dünyaya” diyebilme hakkımızın da olduğunu bilmek ve başkalarının da mola istediğini görmek güzel. Bu yüzden önümüzdeki senenin ocak ayına kadar açık olacak bu sergiyi gezmenizi nacizane öneririm.

Yorum Yaz